Kalbini kanatlarına çizmiş bir kelebeğin uçması, hikayesi çehresinden okunan kadınların gözyaşı, evine ekmek götüren babanın yorgun elleri, oyuncak dolu bir dünyada yürüyen çocuğun heyecanı değil midir yaşamak..? Nedir bir tohumu ormana dönüştüren, yağmurla baharı, seher vakti aydınlığı müjdeleyen sır, hüznü sevinçle buluşturan o duygu nedir..? Ve bütün bu soru işaretleri ne hisseder beklediği cevabı alamayınca?

İyi ki sorularımız var sevgili dost. Ya hiç sorusu olmayan, hiçbir şeye itiraz etmeyen, sonuçları sebeplerden okumayanlardan olsaydık! İyi ki soru soran bir Yaratıcıya iman ediyoruz. Hani dünya sevgisinde kaybolmuşken unuttuğumuz her şeyi bize hatırlatan, hani sahte sevgilerin peşinden koşarken gerçek sevgiyi bulmamız için yol gösteren ve o zarif hitabıyla gönlümüze dokunan bir soru vardır ya, işte hayata dair bütün çıkmazların sonu o sorunun cevabına yöneliyor: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim..?” (7/172) Sevgiyi tutkuya dönüştürdüğünüzde, benliğinizi yüceltip dünyanın sizin etrafınızda döndüğünü düşündüğünüzde, para, teknoloji, ideoloji, cemaat/parti lideri gibi korsan tanrılar edindiğinizde hatırlamanız gereken en önemli sorulardan biri de budur. Zira kaçışınız O’na değilse, birinci sırada O yoksa her eylem anlamsızlığa ve derin bir düş kırıklığına sürüklenecektir..

Düşün ki yaşıyorsun hiçbir şey sana ait olmadığı halde her şeyin sahibi olduğunu düşündüğün, hep başkalarını eleştirdiğin, hep başkalarını küçümsediğin için giderek yalnızlaştığın bir dünyada.. Say ki her şeyin en kalitelisine, en pahalısına, en büyüğüne talipsin. Ve ulaşmak istediğin kariyerler, sana seni daha çok sevdirecek makamlar ve şöhretler peşindesin. Bir kez mezun oluyor, bir kez evleniyorsun değil mi? Ne de olsa bir daha gelmeyeceksin dünyaya. Hayatının her anını sosyal medyada paylaşmalısın! Beğenilmeli, daha çok takip edilmelisin ki mutluluğu ancak sen hak edebilirsin! Sanal bir dünyada var olmak için güzel, başarılı, zengin görünmelisin! Anı yaşa, içindeki seni harekete geçir, yeteneklerini keşfet, hep daha fazla kazan, daha fazla tüket ve daha fazla tüken!

Egoizmi tarif etmeye daha fazla tahammül edemedim. Doğrusu bir an kendimi kişisel ‘gelişim’ kitabı yazıyormuş gibi hissettim. Merak ediyorum aslında küçük harfler de büyük harfleri kibirli görüyor mudur diye. Ya da sayfa ortasında yalnız kalan bir nokta ne hisseder bütün bu büyüklenmeler karşısında? Bencillik mefhumunu kitaplarla, dizilerle, reklamlarla, kapitalist çağın tüketim sloganlarıyla yakıştırdılar insana. “Harcadığın kadar özgürsün, tüketmek için yaşa, paran kadar insansın” dediler. Oysa ki o henüz hatırlanmaya değer bir şey değildi. Sonunda ölüm olan bir yolculukta yürürken yolu sahiplenmeye, diğer yolculardan üstün olduğunu düşünmeye, yolun sahibine karşı kendini yeterli görmeye başlamıştı. Çoğaltma tutkusu onu oyaladı durdu. Ta ki mezarlıklara varıncaya dek! (102/1-2)

Dostoyevski’nin “insan ne kadar insan ve o içteki insanı nasıl korumalı?” sorusuna cevap ararken karşılaştığım muttakî kavramının tam karşısında bencilliği görüyorum. Kendini tanrılaştıran biri nasıl muttakî olabilir ki? İçindeki egonun insan kalması için bir mücadelesi olmayan, aksine giderek kendine ve topluma yabancılaşan biri nasıl sorumluluğunun bilincinde olabilir? Başkalarının mutsuzluğundan mutlu olmak, geçmiş için üzüntü, gelecek için sürekli kaygı duymak, kendi hakkında yapılan eleştirileri kabul etmeyip, hep başkalarını eleştirerek insana kusur arayan gözle bakmak bencillik belirtilerinden. Fakat ne acı ki tevâzû ve özgecilik yerine menfaatperestlik, fırsatçılık, başkaları üzerinden prim yapmanın normalleştiği zamanlardayız. Alturistik bireylerin gönüllülük esasıyla inşa ettikleri, iyiliğin ve sevginin paylaşıldığı bir dünyadır ancak yaşanabilir olan. Aksi halde toplumsal cinnetin sebebi olarak görülen negatif duygular, benmerkezci yaşam ve bir nevi putperestlikle karşı karşıya kalırız. Kendi fikrini, yaşam felsefesini mutlaklaştırarak, hakikati avuçlarında tuttuğunu zannedenler aslında bir zulmün failidirler. Ve yeryüzünde bütün kavgaların sebebi hakikati tekeline almaktan, benliğini tanrılaştırmaktan geçiyor.

Düşen yaprakların, eşsiz manzaraların, yarım kalan duyguların arasında yürürken Goethe’nin bir sözünü hatırlıyor, gökyüzüne bakıp gülümsüyorum: “Etrafınıza bakmaya zaman ayırın, günler bencilliğinize yetmeyecek kadar kısadır. Gülmeye zaman ayırın, ruhunuzun müziği budur..” Başını sanal dünyadan bir kaldırabilse insan fark edecek belki semâyı. Üzerinde düşünmeyi gerektiren o kadar çok şey var ki kâinatta, onların muhteşem düzenini, kusursuz uyumunu doğru okuyabilmek bencilliğin panzehiridir. İşte o zaman idrak edeceğiz gece vakti karanlığa bakan, yıldızları temâşa eden, kilometrelerce uzaklıktaki dolunayın ışığında aydınlanan bir insanın bu sonsuzluk karşısında nokta kadar yer kapladığını.. Ve yeryüzünde kibirle yürüyenlere sorulan o müthiş soruda bulacağız hakikati:

“Bu kadar ulu ve cömert olan Rabbine karşı, nedir seni gururlandıran..?” İnfitar/6