İşte, Abdullah bin Amr kimdir? Abdullah bin Amr nerede doğmuştur? Abdullah bin Amr ne zaman doğmuştur? Abdullah bin Amr nasıl Müslüman olmuştur? Abdullah bin Amr nasıl hicret etmiştir? Abdullah bin Amr nasıl evlenmiştir? Abdullah bin Amr’ın vefatı, Abdullah bin Amr’ın cesareti, Abdullah bin Amr hayatı.” sorularının cevapları…

Peygamberliğin 13. senesiydi. Hicretten az önce, Medine'de tebliğle vazifelendirilen Hz. Mus'ab bin Umeyr'in (r.a.) eliyle çok sayıda Medineli İslâmı seçmişti. Hac mevsimi gelince ikisi kadın, 75 kişilik bir heyet Hz. Mus'ab'la birlikte Mekke'ye gitti. Esasen kafile beş yüz kişilikti. Çoğunluğu müşrikler teşkil ediyordu. Onlar da Hac mevsiminde Kâbe'ye giderek putlara tapıyor, kendilerine göre bunu hac sayıyorlardı. Medineli Müslümanlar Peygamberimizle geceleyin görüşmek üzere anlaştılar. Fakat bu haberi müşriklerden gizli tutuyorlardı. Ka'b bin Malik (r.a.) birkaç Müslümanla henüz o zaman müşrikler safında bulunan Abdullah bin Amr'e giderek, onu hidâyete davet etti. Çünkü bu zat Hazrec Kabilesinin ileri gelenlerindendi. Eğer iman ederse kabilesinden pek çok kimsenin de kurtulmasına vesile olabilirdi. Şu teklifte bulundular:

"Ey Câbir'in babası! Sen bizim efendimiz ve büyüklerimizdensin, muhterem ve herkesçe tanınan bir insansın. Biz senin gibi şerefli ve kabilesi içinde belli bir yeri olan birisinin Cehenneme odun olmanı istemeyiz"

Bu sözlerden sonra Müslüman olmasını teklif ettiler. İtiraz etmeyip kalbinin İslâma ısındığını hissettikleri zaman da Resul-i Ekremle buluşacaklarını bildirdiler. Zaten fıtraten temiz ruhlu ve sevimli olan Abdullah bin Amr çok geçmeden iman ederek saadete kavuştu. O gece bütün Medineli Müslümanlar Akabe'de Peygamberimizle buluştular. Peygamberimiz, içlerinden temsilci olarak 12 kişiyi seçmelerini istedi. Hazreclileri temsil eden 9 kişiden birisi de Hz. Abdullah bin Amr'dı (r.a.). Hz. Abdullah kuvvetli irade sahibi, bilgili ve dirayetli bir insandı. Okuma yazma da bilirdi.

Bu seyahatte Hz. Abdullah mü'minler halkasına girince, haliyle daha da mükemmel bir insan olmuştu. Biâta katılanları Peygamberimiz Cennetle müjdelemiş, böylece Hz. Abdullah da Müslüman olur olmaz ebedi huzurun saadetini tatmıştı.

Peygamberimizin Medine'ye teşrifinden sonra ondan ilim ve hikmet dersi almak için mukaddes sohbetlerinin ekserisinde bulunmuştu. Hz. Abdullah kalabalık bir ailenin reisi ve fakir bir vaziyette olduğu halde Peygamber sohbetinden geri kalmıyordu. Ayrıca Suffe Medresesinin talebeleri arasında yer almıştı.

Peygamberimizin hususi talebeleri içinde bulunarak Allah'ın medhine, Resulullahın iltifatına mazhar olan Hz. Abdullah, Bedir'de müşriklerle iman-küfür mücadelesini vermek üzere cihad daveti vuku bulunca cephede vazife aldı. Yüce dinin bahtiyar erleri içinde bulundu.

Bir sene sonra Peygamberimiz Uhud Gazası için mücahit toplarken, Hz. Abdullah da Peygamber ordusunda bulunmayı arzu etti. Evde bir oğlu, yedi kızı vardı. Kendisiyle beraber ikinci Akabe Biatında Müslüman olan oğlu Hz. Câbirde (r.a) müşriklere kılıç sallamak istiyordu. Fakat kız çocuklarını yalnız başlarına kimsesiz bir halde de bırakmazdı. İkisi de harbe katılıp şehit olsalar, onlara kim bakacaktı? Mücahit oğlunun gönlünü alan Hz. Abdullah şöyle konuştu:

"Vallahi oğlum Cabir, şu kızların kimsesiz kalmasını düşünmesem, senin gözlerimin önünde şehit düşmeni isterdim. Ben senin evde kalıp kardeşlerine bakmanı arzu ediyorum." Babasını kırmayan Hz. Câbir âile reisliğine vekâlet ederken, Hz. Abdullah Uhud Savaşına katıldı.

Uhud'da müşrik güruhunun üzerine atılan Hz. Abdullah, her kılıç kaldırışında Allah düşmanlarına ağır zayiat verdiriyordu. Eşsiz şecaat sahneleri sergiliyordu. İmanı uğrunda, inancı istikametinde bütün gücüyle mücadele ediyordu. Onu Peygamberinin yanı başında çarpışmaktan ne ailesi, ne de körpe kız çocukları alıkoymuştu. Bu savaşta da gaye, Tevhid sancağının dalgalanması, Allah'ın yüce isminin dünyaya ilanıydı.

Savaşın ateşli bir anında müşriklerden Üsame'nin kılıcı Hz. Abdullah'a şehadet şerbetini tattırdı. Abdullah bin Amr'ın Allah'a yaptığı niyaz kabul edilmiş, Uhud'da ilk şehit düşen Sahabi olmuştu.

Savaştan sonra Medine'de bulunanlar Uhud'a gelmişlerdi. Yakınları şehit olanlar, onları arıyorlardı. Hz. Câbir de gelmişti. Babasının cesediyle karşılaşmasını şöyle anlatır: "Uhud günü babam yüzü örtülü olarak getirilmişti. Üzerindeki örtüyü kaldırdım. Müşrikler burnunu ve kulağını kesmişler ve onu tanınmaz hale sokmuşlardı. Kendimi tutamayarak ağladım. O sırada halam Fâtuma geldi. Feryat edip ağlamaya başladı. Onu teselli etmek için Resulullah şöyle buyurdu: "Ne diye ağlıyorsun? O şehit kaldırılıncaya kadar melekler onu kanatlarıyla gölgelendirmekten geri durmadılar."

Daha sonra Peygamberimiz Hz. Abdullah'ın Amr bin Cemuh'la (r.a.) birlikte defnedilmesini emretti: "Bunlar hayatta iken birbirlerini seven en iyi iki dosttu" buyurdu.

Bir gün Hz. Peygamber, Câbir bin Abdullah'ı mahzun görmüştü. "Ey Câbir, ne oldu sana? Seni üzgün ve kalbi kırılmış görüyorum" dedi. Hz. Câbir de, "Ey Allah'ın Resulü, babam şehid oldu, geride kalabalık bir aile ile bir hayli borç bıraktı" dedi.

Bunun üzerine Peygamberimiz şu müjdeyi ve saadetli teselliyi verdi: "Baban şehit olunca Allah onu diriltip huzuruna aldı ve ona sordu: 'Ey kulum, dile benden, dilediğini, sana ihsan edeyim!' Baban da, 'Ya Rabbi, ben Sana hakkıyla kulluk edemedim. Beni dünyaya geri göndermeni, Peygamberimin yanında savaşıp senin uğrunda bir kere daha şehid olmayı dilerim' dedi. Allah da, 'Ben şehitlerin geri dönmeyeceklerine hükmettim' buyurdu. Sonra baban, 'Öyleyse ya Rabbi, bunu geride kalanlara ulaştır' deyince Cenab-1 Hak şu âyet-i kerimeleri vahyetti:

"Allah yolunda öldürülünleri ölü sanma. Onlar Rablerinin katında hayat sahibidirler ve Onun nimetleriyle rızıklanırlar. "Onlar, Allah'ın kereminden bağışladığı nimetlerle sevinç içindedirler. Arkada kalan ve henüz kendilerine katılmamış olan kardeşlerinin âhiretteki hallerini görüp sevinirler ve bilirler ki, onlar üzerine hiçbir korku olmayacak ve onlar hiçbir üzüntüye uğramayacaklardır. "O şehidler, Allah'tan kendilerine erişen büyük bir nimetle, pek ziyade bir mükafatla ve mü'minlerin mükafatını Allah'ın zâyi etmediğini görmekle sevinirler. Bu haberi duyan Hz. Câbir'in sevincine diyecek yoktu.

Aradan kırk altı yıl geçmişti. Hz. Abdullah'ın kabri sel sularının akıntı yerindeydi. Akan sular toprağı iyice oyunca şehitlerin kabirleri açılmıştı. Başka tarafa nakledilmeleri gerekince, mezarları açtılar, şehitler sanki yeni vefat etmiş gibiydiler. Cesetleri hiç değişmemiş ve bozulmamıştı. Kabir açılır açılmaz misk gibi bir koku yayıldı. Uyur gibiydiler. Hz. Abdullah yaralandığı zaman elini yaranın üzerine koymuştu. Mezar açılıp eli yarasının üzerinden ayrılmak ve uzatılmak istenince yarası kanamaya başladı. Sonunda eli olduğu gibi bırakıldı. Kanama da durdu."