Hemen bütün sosyal sorunların kökeninde aile meselesi vardır. Çocuk ve gençler, aile içinde şahsiyet kazanır ve kâmil insan olarak gelişir. İnsanı aileden soyutlarsanız, geride sadece biyolojik bir yapı kalır. Sosyal yönüyle de sağlıklı bir toplumun oluşturulmasında ailenin önemli büyüktür. Milleti millet yapan manevî değerlerin gerçek tecelli ve korunma merkezi ailedir. Aile, aslî vazifesinden uzaklaştırılırsa, çöker. Aile çökerse, hiçbir sosyal kurum, millî ve manevî değerleri koruyamaz. Bireysel ve toplumsal sorunların çözüm odağı aslen ailedir. Eğitim kurumları sonra gelir ve ancak aile ortam ve şartlarına sımsıkı ilişkili olarak belirli ölçüde etkisini gösterir.

Aileyi devletin oluşturacağı sosyal politikalarla korumak, aynı zamanda değişik tehlikelere karşı insanı korumaktır ve hatta milleti korumaktır. Toplumların ve devletlerin bekası, insan ve ailenin maddî ve manevî yönden olgun ve sağlıklı olmasına bağlıdır. Kadına şiddet, çocuk ihmali ve istismarı, alkolizm, intihar vakıalarındaki artış gibi sosyal ve ahlâkî sapmalar bize ne gösteriyor?

Toplumun iyi gitmediğini göstermiyor mu?

Peki, bunun sebebi nedir? İnsanı sosyal çevresinden kopuk bir şekilde yalnız bir ferd-i mücerret (soyut birey) olarak ele alırsak, sorunun kaynağını bulamayız. İnsan, hem bir sosyal, hem de bunun ötesinde manevî varlıktır. İnsanı, ailesinden bağımsız değerlendiremeyeceğiz gibi ruh dünyasından da uzaklaştıramayız. Aksi takdirde insan, nefsine uyar ve asosyalleşir yani fıtratından uzaklaşıp vicdanını köreltir ve manevî/toplumsal kaideleri yok sayar ve en sonunda her türlü suça meyilli olmaya başlar.

Aileyi manevî ikliminden uzaklaştırmak demek orada yetişen insanı laikleştirmek yani dünyevileştirmek demektir. Uhrevî kaygıları olmayan bir insan, Allah’a karşı sadece bireysel kulluk görevlerini ihmal etmez aynı zamanda sosyal konulara da hassasiyet göstermez. Mesela dünyevileşen/laikleşen zengin Müslümanlar, yoksullara zekât vermeyi önemsemez hâle gelir. Feminizm dâhil maneviyatı/dini dışlayan bütün sosyal ve siyasî hareketler, dünyevî ideolojileriyle aileyi de laikleştirme çabasındadır. Kadını/anneyi aileden soyutlamak, aileyi manevî yükümlülüklerinden koparmak, bütün dünyevî/materyalist ideolojilerin ortak noktasıdır. Materyalizmin sol ve sağ kanadı, kendi ideolojileriyle aile kurumunu tahrip etme çabasındadır.

Bizde aile dostu sosyal politikalar, kendi millî ve manevî değerlerimizle uyumlu olmaktan ziyade AB normlarına uygun bir biçimde yani taklitçi yöntemle oluşturulduğu için, farkında olmadan aile kurumumuzu Batılılaştırmakta, yani materyalistleştirmekte ve neticede laikleştirmekteyiz. Özellikle kadına/anneye yönelik özgürlük vaat eden politikalarla kadını/anneyi çalışma hayatına yönlendirmekteyiz ve aile içindeki sosyal ve manevî konumunu zayıflatıyoruz. Çağdaş medeniyet algısının tuzağına düşen Müslüman kadın da aileye maddî kazanç sağlamanın manevî bedelinin ölçüsünü dahî yapamaz hâle getirilmektedir. AB’ye tam katılım noktasında istekli ve ısrarlı olan sağ/muhafazakâr hükümetimiz bile çalışan kadınların çoğalmasını bir ilerilik/medeniyet ölçüsü olarak görmektedir.

Halbuki kadın işgücünün emek piyasasında daha çok görünür olması demek, bekârlar için evliliklerin ertelenmesi, evli olan kadınlar için daha az çocuk doğurmak anlamına gelir. Bu da nüfusun ileriye dönük olarak azalacağı anlamına gelmektedir. O halde nüfusun artmasını sağlamak adına evlenen çiftlerden en az 3 çocuk beklemek, ütopik olmanın ötesinde bir anlam taşımaz. Kaldı ki çalışan kadının/annenin evinde bırakacağı boşluktan doğan sosyal ve manevî zararlar, hangi ilave tedbirlerle giderilecektir? Elbette özellikle zaruret içinde olan kadınlarımızın/annelerimizin çalışmalarına yönelik istihdam politikaları oluşturulmalıdır. Lakin kadın hakları bağlamında kadının ekonomik yönden özgürleştirilmesi hedefi, sadece ona işgücü rolü verilmesi ile sağlanabileceği görüşü, ya bir akıl tutulması, ya da bilinçli bir şekilde aileyi tahrip etmeye yönelik sinsî bir girişimdir.

Bizler, sosyal politika alanında asliyet taşıyan orijinal düşünce üretemediğimiz sürece AB’nin kadın ve aileye yönelik stratejilerine hep mahkûm olacağız. Halbuki bizler “din ile aile kurumu, ayrılmaz bir bütündür” diyebilsek. Ve bu bağlamda “dinî vecibelerini yerine getiren aile fertleri, huzurun kaynağı ve sağlıklı toplumsal gelişmenin anahtarıdır” diyebilsek ve bu temel ilkeler üzerine aile dostu sosyal politikalarımızı geliştirebilsek AB’nin normlarından kurtulabileceğimiz gibi onlara da gerçek medeniyetin ışığını yansıtmış oluruz.

Mademki aile, en önemli stratejik sosyal kurumdur o halde bizler kendi medeniyetimizi yansıtacak aile dostu sosyal politikalar oluşturmak mecburiyetindeyiz. Bunun için Kur’ân ve Sünnete müracaat etmek yeterli olduğu gibi İslâm tarihinde bu çerçevede oluşturulan sosyal politika uygulamalarına bakmak kâfidir. Mesela bizler Halife Hz. Ömer döneminde vatandaşlık geliri uygulamalarının yanında korunmaya/desteğe muhtaç bazı özel sosyal kesimlere ayrıca ödemelerde bulunulmuş olduğundan haberdar mıyız?

Gelecek yazımızda inşallah bu konuda daha ayrıntılı bir şekilde Hz. Ömer’in beytü’l-maldan, ekonomik yönden özgür olsun ve çocukların eğitim ve terbiyesine ağırlık verebilsinler diye, annelere yılda belirli bir miktar üzerinden verilen çocuk bakım parası sisteminin üzerinde duracağız. Allah nasip ederse yeniden görüşmek dileğiyle.