“Bizler insan olmaya ve insan kalmaya çalıştık ve başarılı olduk.”

Bosna Hersek’in Bilge Kralı Aliya İzzetbegoviç… Azim ve kararlılığın sembolü efsanevî lider... Çile ve mücadeleyle geçmiş hayatı boyunca, büyük trajedilere sebep olan olaylar karşısında bir insanın nasıl böyle soğukkanlı kalabildiğine hayret ediyorsunuz... Bir mütefekkir olarak, acıyı tatmış halkına yaşama sevinci aşılarken, cephede askerlerini yüreklendirirken, parti kongresinde arkadaşlarıyla sohbet ederken yaptığı konuşmalar; olaylara bakışı; gelişmeleri değerlendirme ve yorumlama tarzıyla daima ufuk açıcı... Kıt imkânlarla mücadele etmeye çalışan halkına ve askerlerine moral verme gayreti, konuşmalarının özünü teşkil ediyor. Onun insanlara güven telkin eden bu yönünü oğlu Bağır Begoviç şu şekilde ifade ediyor: “Maddî ve manevî sıkıntılarımız oldu. En bunalımlı zamanlarda babamı ziyaret ettiğimde öyle şeyler söylerdi ki eve yüzüm gülerek ve büyük bir moralle dönerdim.” Aliya’nın Demokratik Eylem Partisi’nin (SDA) 25 Mart 1994’teki kongresinde yaptığı konuşma, ruh dünyasının inceliklerini gözler önüne seriyor... Aliya, Yugoslavya dağıldıktan sonra ortaya çıkan korkunç karmaşayı, Sırp Çetniklerin ve Hırvat Ustaşaların giriştiği soykırımı anlattığı konuşmasında SDA’nın önemine değiniyor. SDA’nın Yugoslavya Müslümanlarının uyanışında oynadığı tarihî rolü anlatıyor. AB, BM gibi uluslararası kuruluşlar ile yaptığı temaslardan sonra vardığı sonuç; Batı’nın sözüne güvenilmeyeceği... Boşnak halkına reva görülen zulmün asla unutulmamasını istiyor Aliya İzzet. Sanırız bu konuşması, bu önemli isteğini ifade etmek için yeterli... * * *

“Sevgili Kardeşlerim, Bayanlar ve Baylar, Sevgili Dostlar, Değerli Konuklar,

Başkanın sahneyi öncelikle konuklara terk etmesi gerektiğini düşünmüştüm. Ancak diğer konuşmacıları ve yapmaları muhtemel bazı eleştirileri dinlemek istememe rağmen, konuşmak üzere davet edilmem sebebiyle konuşacağım…

Bir şeyler söylemeden önce duvarlardaki resimlerimin oralara benim onayım olmaksızın asıldığını zikretmek istiyorum ve verilecek ilk arada, duvarlardan kaldırılmalarını rica ediyorum. Bu bir sahte tevazu sorunu değil. Basitçe söylemek gerekirse, bu bizim âdetimiz değil. Umarım benimle aynı fikirdesinizdir. Evet, bugünlerde ya da daha kesin bir tarih vermek gerekirse, yarından sonraki gün; 40 entelektüelin, 40 yıllık tek parti sisteminden sonra hayata geçen ilk siyasî partiyi kurduklarını kamuoyuna açıklayışlarının dördüncü yıldönümü yaşanacak. Bu açıklama bu binada 27 Mart 1990’da yapıldı. Bunun üzerinden dört uzun yıl geçti…

Pek çok olay oldu ve yalnızca Bosna-Hersek’te değil, tüm dünya çapında yaşanan olaylarda bir yoğunluk duygusu hakim. Özellikle, Bosna-Hersek’te...

Burada yaşananlar çok sarsıcıydı. Eski Yugoslavya’nın ortadan kalkışı ile birlikte, bir başka büyük olay gerçekleşti. Sovyetler Birliği dağıldı. Bu eski Yugoslavya’nın ortadan kalkışından daha sessiz oldu. Bunlar, başlıca iki etki, ya da aslını söylemek gerekirse yıkıcı bir gücün yarattığı iki politik depremdi. Bu olayların merkezinde ise bu ülke, yani Bosna-Hersek vardı.

….Halkımızla birlikte, çok zor, fazlasıyla zor bir döneme giriyoruz. Ancak sizin de gördüğünüz gibi tahammül ediyoruz. Bu, bizim neslimize kısmet oldu. Çünkü insanlar doğum yerlerini ve zamanlarını tayin edemezler. Bizler bu sorumluluğu taşımak üzere doğduk ve onu taşımaya devam edeceğiz. Kimi pes etti, kimi tahammül etti, kimi şerefiyle öldü ve kimi de sorumluluğu taşımaya devam etti. Bu sorumluluğu en sonuna kadar taşıyanlardan olmamızı umuyor ve arzuluyorum. Bu sıkıntılı ve dikenli yolun yarısından fazlasını ardımızda bıraktığımıza inanmak istiyorum. Tünelin sonunda, uzakta bir ışık görünüyor. Bunun böyle olduğu yolunda yaygın bir inanış var. Bu toplantıyı iki ya da üç ay önce gerçekleştirmiş olsaydık, inanıyorum ki benim ve sizlerin konuşmalarınızda daha karamsar bir hava hakim olacaktı.

Şu anda en azından bir çıkış yolu görüyoruz. Sanki dağın zirvesine ulaşmayı başaracak gibiyiz. Olaylar yavaş yavaş bizim lehimize dönüyor. Ve şimdi bu durumu bir sona bağlamak için hem cesarete hem de ferasete ihtiyacımız var. Geride bıraktıklarımızı ve imza koyduklarımızı incelediğimizde, bazı insanların oldukça eleştirel bir yaklaşıma sahip olduklarını, “Öyle ya da böyle bunu yapmalıydık” dediklerini görebiliriz. Son imzaladığımız belgelere başvuruyorlar ve iyi olmayan –benim de hiç iyi bulmadığım– bazı ibareler buluyorlar. İyi olmayan, benim de iyi bulmadığım çözümlere rastlıyorlar. Ancak bir bütün olarak sonucu takdir etmiyorlar.

Şunu söylemeliyim ki bardağın boş tarafını görmek gibi bir temayülümüz var. Bardağın boş tarafını ben de görüyorum; ancak problem, onların yalnızca boş tarafa bakmaları ve bardağın tamamını görmemeleri. Burada, bu konuyu çokça konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Son temaslarımızla ve anlaşmalarımızla bağlantılı somut bazı belgeler olacak. Bunun bir politik zafer olduğunu söylerken haklı olduğuma inanıyorum. Elbette diplomasi, insanların dediği gibi, askerî durumun yansımasıdır. Bu bizim politik başarımızdır. Bunu unutmamalıyız. Bu askerî çabamızın bir sonucudur ve askerî durumun sonucu bunu mümkün kılmıştır. Ordumuzdan bahsetmişken, burada hazır bulunan üniformalı ve üniformasız çok sayıda askerimiz için sizden bir alkış isteyeceğim. Olayların, gerçekten, iyinin ve kötünün zorlu bir mücadelesi olduğundan söz ettim.

Bosna bana inanılmaz bir zıtlıklar arenası gibi görünüyor. Burada iyi ile kötü, en açık ve yoğunlaştırılmış biçimleriyle karşı karşıyalar. Bosna’nın ahlakî bir meseleye, belki de günümüz dünyasının can alıcı bir ahlakî ikilemine dönüşmesinin nedeni budur. Bu iki yıllık süre zarfında ve savaş devam ederken dünya yavaş yavaş Bosna’ya karşı olanlar ve Bosna’nın yanında olanlar diye taraflara ayrıldı. Kimse tarafsız değil böylesi bir durumda, kimse tarafsız da olamaz. Ya Bosna’nın yanındalar ya da karşısında. Hiç kimse bu tarafları ortadan kaldıramaz. Safların belirginleşmesi aşamasını ele aldığınızda göreceksiniz, dünyada iyi olan ne varsa, Allah’a şükürler olsun ki bizim yanımızda. Bazı ülkelerin hükümetleri söz konusu olduğunda, zaman zaman onların aşağılık politikacılarının karşımızda yer aldığı dikkat çekiyor. Ancak o ülkelerin de aydınları, idealistleri, şairleri ve sanatçıları bizimle beraber. Tüm İslam âlemi ise başlangıçtan bu yana arkamızda ve bu başka bir hikâye.

Örneğin, Kış Olimpiyat Oyunlarının açılışını hatırlayın. Herkes Saraybosna şerefine ayağa kalktı ve Saraybosna’da yaşayanlar ve ölenler için bir dakikalık saygı duruşu yapıldı. Tahminlere göre iki buçuk milyon insan bu sahneyi izliyordu. Herkesin kalbi Saraybosna ileydi ve açılışa geç kalan Olimpiyat Oyunları Komitesi Başkanı Samaran, evlerinde bu görüntüleri izleyen pek çok insanın Saraybosna için nasıl ayağa kalktığını, daha sonraki Saraybosna seyahatinde bana anlattı. Saraybosna’dan söz ederken, Bosna’nın bütünüyle iyinin ve kötünün mücadele alanı olduğunu söylemiştim.

Dünya, Saraybosna’yı –her ne kadar ben bu kentin, direnişin sembolü olarak hatırlanmasını tercih etsem de– acının sembolü olarak hatırlayacak. Üzerimize, yedi yüz bin bombanın düştüğünü söylüyorlar. Bu, insan varlığının direnişine bir imtihan oldu. Bu imtihana katlanmamızı sağladığı için Allah’a şükürler olsun. Bu şunun kanıtı; önemli olan, bir insanın dövüşmek için ne denli kuvvetli olduğu değil, sizlerin mücadeleyi omuzlamak için ne kadar güçlü olduğunuzdur. Yabancılar savaştan önce Saraybosna’ya geldiklerinde, dikkatlerini gururla, burada yüzyıllarca hakim olmuş insanlık ve hoşgörünün taştan tanıklarını barındıran avluya çekerdim.

Burası; Bey Camii, Katolik Katedrali, Eski Ortodoks Kilisesi ve Sinagogun bir arada bulunduğu, hiçbirinin diğerinin yoluna çıkmadığı ve kutsiyetine karışmadığı küçük bir alan. İnsanlar genelde, hoşgörünün Fransız Devrimi ile başlayan yakın bir dönemin ürünü olduğunu düşünüyorlar. Ancak hoşgörü Fransız Devrimi ile değil, çok daha önce başladı. Bu kutsal mabetlerin kimi, Fransız Devrimi’nden daha yaşlı. Gördüğünüz gibi burayı, elbette ki haklı bir gururla, yabancılara göstermek için elime geçen tüm fırsatları kullandım. Tenakuzlardan bahsetmişken, şu anda Saraybosna’da görebileceğiniz tenakuz nedir?

Eski askerî hastane... Eski askerî hastaneyi 160 kez bombaladıklarını söylüyorlar. Birkaç gün önce, Fransız Bakan Leotar –çalışma arkadaşlarından bir grupla birlikte– ziyaretime geldi ve ona şöyle dedim: “Hastaneyi görme fırsatını kaçırmayın, çünkü o eşsiz bir bina. Kasıtlı olarak 160 kez bombalanmış bir hastaneyi bundan önce hiçbir zaman görme şansı bulamadığınızı kabul ediniz lütfen. Bu, tarihte yalnızca bir kez ve yalnızca Saraybosna’da oldu. Onu görme fırsatını kaçırmayın.” Saraybosna’da olanlar, bir yönü ile aklıselim ile çılgınlığın mücadelesidir. Şundan söz ediyorum: Avlu, aklıselimi; hastane ise en kötü biçimi ile çılgınlığı temsil ediyor. Konuğuma ayrıca Hükümet Konağı’nı ve Millî Kütüphane’yi görmesini de tavsiye ettim. Tepelerdeki barbarlar dışında herkesin hayranlığını kazanan muhteşem binalardı bunlar. Eğer mümkünse valilikten bu iki binayı çılgınlığın anıtları olarak öylece bırakmalarını isteyeceğim. Çünkü eğer onarırsak, insanlar böyle bir şeyin olabildiğine inanmayacaklardır. Eğer bu mümkün değilse, hiç değilse insanların Hastane’ye ve Milli Kütüphane’ye neler olduğunu bilmeleri için onların birer kopyasını inşa edelim. Sözünü ettiğim çelişkiler bunlar. Bir tarafta kültür ve insanlığın cisimleşmiş hali, diğer tarafta utanç ve barbarlığın kanıtları. …Bosna ahlakî bir meseledir ve ahlakî meseleler her erkeği ve kadını ilgilendiren evrensel meselelerdir. Batı dünyası ve İslam dünyası ise başka bir meseledir.

İslam dünyasında Fas’tan Endonezya’ya kadar geniş bir coğrafya olmanın yanında; yığınla ırk, halk ve bilhassa etki söz konusudur. Bu, dünyanın bu bölümünün neden daima kesin bir ayrılıkla imlendiğini açıklar. Bu durum yakın zamana, Bosna’ya kadar böyleydi. Bosna, Müslümanları bir araya getirdi. İslam dünyası hiçbir zaman, hatta Filistin sorununda bile Bosna meselesinde olduğu kadar birlik içerisinde davranmamıştı. Bosna meselesi ile ilgili Fas’ta, Mısır’da, Suudi Arabistan’da, İran’da, Pakistan’da, Malezya’da, Endonezya’da karşılaşacağınız şey, aynı saygı, aynı yardım için hazır olma durumu ve aynı birlik ruhudur. Bosna’ya duyulan sempati ve hassasiyet her yerde aynıdır.

Tüm dünya tek bir mesele üzerinde, Bosna üzerinde birleşti. Bir uyanış, dayanışma ve kesin bir birleşme süreci başladı.

Böylesi bir duygunun varlığını ortaya koyan şey, her şeyden önce düşmana gösterdiğimiz inatçı direniş oldu. Evet gördüğünüz gibi, bugün aramızda –umarım buradadırlar- Stari Vitez’den gelen insanlar var. Gelmeyi başarıp başaramadıklarını bilmiyorum.

Profesör Kaimoviç buraya ulaşmayı başarabildi mi?

Bin üç yüz erkek, kadın ve çocuk on buçuk aydır Stari Vitez’de direnişteler. Teslim olmadılar, pes etmediler ve direnişe devam ettiler. Bu, pek çok benzer durumdan sadece biri. Diğer biri çok daha iyi bilinen Gorazde, ardından Maglaj ve şimdi de Bihaç, Brçko ve Olovo... Bu meşhur cephelerden bazılarını unutmuş olmaktan endişe ediyorum. Evet, bir süre önce kendilerinden bahsetmeyi bıraktığımız Gornji Vakuf ve Zepa da var. Ve nihayet, Saraybosna. Ancak Saraybosna birinci değil. Çünkü çok daha zor durumlar oldu. Evet, bizler direndik ve her objektif araştırmacı bu direnişin temelinin dört yıl önceki bir olayla atıldığını söyleyecektir. Bu olay, Müslüman halkı bir araya gelmeye ve birleşmeye davet eden ve gelecek olaylara hazır bulunan 40 kişinin ortaya koyduğu bildiriydi. Bu toplantımız, bu yönüyle de bir çeşit yıldönümü.

Kendimize sık sık soruyoruz. Tüm bu olanlardan sonra Bosna ne durumdadır? Bugün Bosna nedir?

Bosna’nın bugün ne olmadığını kesinlikle söyleyebilirim. O, dünkü ya da çok uzun zaman önceki Bosna değil. İyi ya da kötü olduğuna bakmaksızın, Bosna bugün başka bir şey, ülkemiz değişti artık. 200.000 insan öldürüldü, en abartısız tahminlere göre 600.000 insan yurdundan sürüldü, 800 cami yıkıldı, yüzlerce kasaba ve köy yerle bir edildi. Tüm bunların sonucunda, insanların hissiyatı değişti. Bosna daha iyi ya da daha kötü olabilir, ancak kesinlikle farklı olacak. Doğal olarak bizler daha iyi olmasını istiyor ve buna inanıyoruz. Şu anda Bosna’nın mevcut sınırlarını korumak için mücadele veriyoruz. Bu bizim hakkımız ve bunun için çalışmaya devam edeceğiz. Ancak tüm hesaplamalarımız ve tahlillerimizde bu muazzam değişmenin yer alacağını aklımızda tutmamız gerekmektedir. Ciddi insanların yapacağı gibi bunu hesaba katmak zorundayız. Şu ana kadar söylediklerim; yani ölümler, sürgünler ve Bosna’nın küçük olmayan bir parçasının sınırlarımız dışında kalması, elbette sorunun olumsuz yönüydü.

1939 olayları ile bağlantılı. O zaman Bosna, gerçekten sessizce düşmüştü. Sırplar ve Hırvatlar, Bosna’yı ikiye ayırmaya karar verdiklerinde hiçbir direnişle karşılaşmamışlar. Herhangi bir direniş olup olmadığını öğrenmeye çalıştım. Aslına bakılırsa, hiçbir direniş olmamış. Hatta hiçbir ciddi protesto bile olamamış. Bosna’nın bu utanç verici bölünüşü ile ilgili olarak basında birkaç eleştiri çıkmış yalnızca. Evet, işlerin nasıl değiştiğini görüyorsunuz. Bosna’yı tekrar parçalamayı denediler. Ancak bu kez, Bosna sessizce düşmedi. Direniş çığlığımız, gezegenin her tarafından duyuldu ve tüm gökyüzünü inletti. Neredeyse gerçek manasıyla. Bosna’yı dize getirebilmek için en az beş milyon bomba atıldı. Fakat Bosna cefayı çekti, tahammül etti ve acıya katlandı. Allah’a şükür!

Eski Yugoslavya Ordusu, kırk yıl boyunca paranoyak bir tutkuyla silah depoladı. Her yıl çok büyük miktarlarda para harcadılar. Son iki yıl içinde topladıkları her bir demir parçası, bu talihsiz ülkenin tepesine indi. Olumsuzluklarımızla birlikte benim için asıl önemli olan şunu söyleyebilmek: Bizler insan olmaya ve insan kalmaya çalıştık ve başarılı olduk. Ancak bunu onlardan dolayı yapmadığımızın altını çizmeliyim. Kendimizden dolayı insan kalmaya çalıştık, onlardan dolayı değil. Onlara hiçbir şey borçlu değiliz. İnsan olmak ve insan kalmak, Allah’a ve kendimize karşı sorumluluğumuzdur. Onlara karşı değil.

Böylesine bütünüyle ahlakî olan bir kavramı, yani insan olmak ve insan kalmak kavramını politik dile çevirdiğimizde bu ne anlama gelir?

Politik dilde bu, hukuka uygun bir devlet kurmaya çalışacağız demektir. Bu aynı zamanda uygulamada şu anlama gelir: Bu devlette, hiç kimse dininden, ulusal ya da politik inancından dolayı zulme uğramayacak. Bu bizim en temel yasamız. İmtihanda bu nedenle başarılı olduk. Yasal otoritenin ve Bosna–Hersek ordusunun kontrolünde olan yerlerde hâlâ katedrallerden ve kiliselerden yükselen çan seslerini duyabilirsiniz. Orada hâlâ Hırvatlar ve Sırplar var. Diğer tarafta ise yalnızca onlar var. Bütün olumsuzluklarımız ve mücadelemizle birlikte, böylesi bir tavrı, savaş zamanında muhafaza edebilmişsek, barışta benzer hatta çok daha iyi bir tavrı ortaya koyacağımıza eminim. Tabiatıyla bizler böyle yaparak kendimize kastetmiyoruz.

Söylemek istediğim şu: Müslüman halka yönelik yeni bir soykırım olmaması için Bosna-Hersek bir şekilde örgütlenmelidir ve partimiz de bunun garantörü olmalıdır. Bu, ülkemizin en yüce yasası olacaktır. Bu yüzden silahsızlanma ve ordunun ilga edilmesi söz konusu olmayacak. Bir orduya ihtiyacımız var ve bu ordu, küçük fakat güçlü olmak zorunda. Halkın silahsızlandırılması da gündeme gelmeyecek. Bunu talep edeceğiz ve vatandaşlarımızın silah edinmelerine izin verecek yasaları geçireceğiz. Yalnızca suçlular, sabıka kaydı olanlar, yani bu silahları kötüye kullanabilecek olanlar böylesi bir haktan mahrum edilmelidir.

…Bildiğiniz gibi, son birkaç ayda pek çok görüşme oldu ve sonunda bir şeyler imzaladık. Kendimize şimdi ne yapacağımızı soruyoruz. Şimdi ne istiyoruz?

Bu konuda pek çok şey söylenebilir. Ancak taleplerimizi şu üç sözcüğe sığdırmak mümkün: Topraklarımızı geri almak. Bu bizim talebimiz. Bu üç kelime temelde neyi istediğimizi açıklıyor. Topraklarımızı geri almadan bir barış söz konusu olamaz. Onlar yayılsınlar diye topraklarımızı onlara bırakacak değiliz. Soykırım işledikleri, insanları öldürdükleri kasabalarımızı ve köylerimizi terk edecek değiliz. Bu anlamda, uluslararası toplumla bazı uyuşmazlıklarımızın olduğunu bilmelisiniz. Her şeye rağmen, pek çok nedenden dolayı talebimizden vazgeçemeyiz. Her şeyden önce insanlarımızın geri dönecek bir yerleri olmak zorunda. Almanya’da ya da Hırvatistan’da yaşayan halkımız, Zvornik ya da Visegrad yakınlarındaki köylerine dönebilmeli. Bu konuda hiçbir uzlaşma olamaz. Bu fiilî ve gündelik bir politik nedendir. Bir başka neden daha var: Ahlakî neden. Onlara bu toprakları bir ödül olarak verip şöyle diyebilir miyiz? “Bizleri öldürdüğünüz ve yurtlarımızdan sürdüğünüz için, ödül olarak bu topraklar sizin olsun.” Hayır! Bu yüzden topraklarımızı geri vermelerini sağlayacağız ve ondan sonra her konuda konuşabilir hale geleceğiz. Onlarla yapacağımız herhangi bir görüşmede masaya yatırılacak ilk konu, onların topraklarımızı geri vermeye hazır olup olmadıkları olacak.

Elbette “Sırplar, iyi bir gerekçe ile bir kez daha dünya kamuoyunu aldatmakta başarılı olacaklar mı?” diye kendi kendime soruyorum. Zaten dünya kamuoyunu pek çok kez aldattılar. Tekrar başarılı olacaklar mı?

Talebimizi bu nedenle tamamıyla basitleştiriyoruz. Bizim kendimize ve dünyaya mesaj olarak verdiğimiz şey de kısa, açık ve hiçbir yoruma müsaade etmiyor… “Sırplar dünyayı tekrar aldatmayı başaracaklar mı?” diye sormuştum.

Ancak gerçek soru şudur: Onlar mı dünyayı aldatmayı becerdiler, yoksa dünya mı aldatılmak istedi? Dünya olanları anlamamış, bunun bir tecavüz olduğunu görmemiş gibi mi davrandı?

Sırplar onlara bunun bir tecavüz değil, iç savaş olduğunu söylüyor. Bir tecavüzcü ya da bir saldırganla karşı karşıya olmaktansa “savaşan taraflar” yalanını kabul etmenin dünya için daha kolay olduğu anlaşılıyor. Niçin?

Çünkü eğer bu bir soykırım ya da tecavüzse, yardım etmek onların görevi. Hatta soykırıma karşı durulması yolunda, ülkeleri bağlayan bir anlaşma bile var. Olayları görmemek onlar için daha kolay. Uzun zaman önce işaret ettiğimiz toplama kamplarını kabul etmeleri çok zaman aldı. Hatta Temmuz 1992’de Başkan Miterand’a Bosanski Krajina’daki toplama kampları ile ilgili bilgiler sundum. Binlerce insan hiçbir iz bırakmaksızın ortadan kaybolurken, dünyanın bir bölümü, bunu bilmiyormuş gibi davranmayı tercih etti. Onlara da bu yakışırdı, bazen aldatılmayı istediklerini düşünüyorum. Yine de zaman geçiyor. Allah nasip ederse yakında Tuzla’daki havaalanını açacağız. Zor olsa da havaalanı tamamlanmış olacak ve Sırplar kontrol etmek için oraya gelmeyecekler.

Bunu açıklığa kavuşturduk. Türk askerleri UNPROFOR ile birlikte yardıma gelecek. Buna da uzun süre karşı koydular. Türkler buradan ayrılalı yüz yıldan fazla oluyor. Fakat şimdi Türk askerleri geliyor. Güzelce hizmet edeceklerine eminim. Çünkü onlar iyi askerler ve Birleşmiş Milletler askerleri gibi iyi hizmet edecekler. Bu arada, Sırplara uygulanan ambargo, Bosna’ya barış gelmeksizin ve tüm Sırbistan’da insan hakları güvence altına alınmaksızın kaldırılmayacak. Geç de olsa buna meyilliler ve kamuoyu, yavaş yavaş buna alışıyor. Ambargonun kaldırılması ile ilgili bazı sloganlar atıldı ortaya. Altı aydan beri herkes bunu konuşuyor.

Ancak şunu da tekrarlamalıyız: Bosna-Hersek’e barış ulaşmadan ve Sancak’taki kardeşlerimiz haklarına kavuşmadan ambargonun askıya alınması söz konusu olmayacak. Ve Allah nasip ederse barışa çok yakınız. Hazır olun ve bu barış için çok iyi hazırlıklar yapın.

Peygamberimiz oldukça çetin bir savaştan dönerken, küçük savaştan büyük savaşa gittiğini söylemiştir. Gerçekten de, barış yapıldığında bizi bekleyen şeyler kolay olmayacak. Yalnızca savaşın olduğu günleri sık sık düşüneceğimizden korkuyorum. Bir insan hastalandığında tek dileğinin iyileşmek olduğu söylenir ve iyileştiğinde ise yüzlerce şey ister ve kimi zaman yatakta olduğundan daha mutsuz olur. Aynı durum bizim gibi savaş ortamında yaşayan insanlar için de söz konusudur. Sanki şu bombalar düşmeyi bırakır ve barış gelirse her şey daha kolay olacak, hatta önümüzde bir çıkış belirecek gibidir.

Çoğunuz genç insanlarsınız. Devasa problemler var önümüzde. Endüstri çöktü, işsizlik, kıtlık...

Şu anda bizi dünya besliyor. Az veya çok herkes aynı şeyi alıyor. Ancak çok büyük bir eşitsizlik kapıda. Zengin insanlar ve -şu çok yaygın tabiri kullanmama izin verirseniz- sıradan işsiz insanları sömürecek olan savaş vurguncuları sahneye çıkacak. Ve barış zamanında hepiniz bu insanlarla karşılaşmak zorunda kalacaksınız, hazır olun. Hiçbir hayale kapılmayın ve kendinizi her şeyin kolaylaşacağına inandırmayın. İşler çok zorlaşacak. Savaştan yüz binlerce yaralı ve sakat insanla çıkacak bir ülke olacağız. Bunların büyük bir kısmı da herhangi bir işi yapabilecek kapasitede olmayacak. Bizim yardımımıza ihtiyaçları olacak. Çok sayıda reissiz aile ve pek çok yetimimiz olacak. Allah yardımcımız olsun! …

Son olarak savaş suçları ile ilgili bir şey söylemek istiyorum. Bilinçli olarak konuşmamın sonuna sakladım bu sözleri. Bu savaş, önce bazı akademisyenlerin kafasında başladı. Tüm savaşlar kirlidir. Ancak söz konusu akademisyenler, bu savaşın tarihteki en kirli savaşlardan biri olmasına özen gösterdiler. Ültimatom zamanında bu insanlardan biri buradaydı. Tepelerde onlarla birlikteydi ve şöyle dedi: ‘Vicdanımız rahat.’ Vicdanları rahatmış! Bunu 1300 çocuğun onların kurşunları ve bombalarıyla öldürüldüğü, Saraybosna’nın tepesinden bakarak söyledi. Aynı gün içinde, başıma çok ilginç bir şey geldi. O gün, Kur’an’dan daima etkilendiğim bir sure okuyordum. Bu bölüm Kur’an’ın sonlarında yer alıyor ve şu sözcüklerle başlıyor: “Güneş karardığında ve yıldızlar döküldüğünde...” ve bu tehditkâr tonun devamında, şu sözcükler yer alıyor: “ve suçsuz yere öldürülen kız, hangi suçundan dolayı öldürüldüğünü sorduğunda...” Akabinde televizyonu açtığımda, Markale katliamından iki gün önce gerçekleşen bir katliamın görüntülerini gördüm. Bildiğiniz gibi, Şubat’ın dördünde altı çocuk öldürüldü. Ve ardından kamera, öldürülen bir kız çocuğunun yüzünü ekrana yansıttı. İşte öldürülen bu kız çocuğu ve “vicdanları rahat” akademisyenler Kur’an’da yer alıyorlardı. Hem bize, hem onlara şunu söylemek isterim: Bu günahın karanlık gölgesi, zaman ve mekânda Kıyamet gününe dek yayılacak. Dilersem bana yaptıklarından dolayı onları affedebilirim. Ancak kadınlarımıza ve çocuklarımıza yaptıklarını asla affetmeyeceğiz. Vicdanlarının rahat olduğunu söyleyenlere benim mesajım budur.” 25 Mart 1994