‘‘Muhafazakar, ‘-İslamcı-‘ kesim, söz konusu Filistin-Kudüs-Hamas, Mısır- İhvan, Suriye-ÖSO olduğunda ayağa kalkıyor, tepki veriyor ama ne Uygur ve ne de Doğu Türkistan konusunda aynı hassasiyeti ve tepkiselliği göstermiyor!’’

Müslüman tüccarlar, Efendimizin sav vefatından yirmi, İran’ın fethinden bir yıl sonra Tang Hanedanlığının yönetimindeki Çin’in güney sahillerine ticaret vesilesiyle gitmişler; örnek ahlakları, yaşam tarzlarıyla dikkatleri üzerlerine çekmişlerdi. İnsanların saygısını celbeden Müslümanların tebliğ ve davetiyle bölge halkı Müslüman olmaya başlamıştı. Öyle ki, Miladi 758 yılında Tang Hanedanı, Çin’in kuzeybatısındaki Ningşia ve Kansu bölgelerinde başlayan An Lushan İsyanının bastırılması için Bağdat’taki Halife’den 20.000 kişilik bir ordu göndermesini istemiş, Halife buna kayıtsız kalmamış ve gelen müslümanlar bu vesileyle tamamen bölgeye yerleşmişlerdi. Bugün kendilerini HUİ’ler olarak bildiğimiz bu kardeşlerimiz; Çin Halk Cumhuriyeti'nin 56 resmî etnik grubundan biri olarak en dikkat çeken dinî topluluklardandır. Huiler, dil ve fiziksel yapı açısından Han ulusu ile aynı olup İslam dinine bağlılıklarıyla baskıcı Çin rejiminin de mutlak hedefleri arasında olmaya devam ediyorlar. Dilleri Çince olan Hui’lerin günlük yaşamlarında Arapça, Farsça ve Türkçe kökenli kelimeler hayli yekun yer tutuyor. Hui’li kardeşlerimiz, Kızıl Çin’in baskıcı, asimile politikalarına karşı zor şartlarda varlık mücadelelerine devam etmekte, Uygur’lu ve Şarki Türkistan’lı kardeşlerimiz gibi varlık mücadelesini en çetin şartlarda göğüslemeye çalışmaktadırlar. Huiler başta Kansu, Ninghsia, Doğu Türkistan, Yünnan ve Shantung bölgeleri olmak üzere ülkenin birçok eyalet ve şehirlerinde yaşıyorlar. 1990 yılında yapılan nüfus sayımına göre Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki Müslüman nüfus yaklaşık 18 milyon. İşte bu Müslümanları yaklaşık 10 milyonu Hui Müslümanları olarak ifade ediliyor. Bugünkü demografik yapı ise Çin’in otokontrolünde! Gerçek rakamlar tam manasıyla bilinemiyor.

Hepimizin bildiği gibi Çin, hegomonyası altındaki topraklarda Müslümanlara yönelik politikalarıyla tepki çekmekte ve özellikle Hui Müslümanlarının önde gelen isimlerine karşı operasyonlar yapmakta ve insan haklarını ihlalde sınır tanımamaktadır. Hui Müslümanlarının yaşayan en büyük şair ve entellektüellerinden biri olan Cui Haoxin’i defalarca gözaltına alıp sorgulamış ve Haoxin en son 18 Ocak 2020’de görülmüştü. Cui Haoxin’den tam 11 aydır maalesef haber alınamıyor! Öldü mü, kaldı mı bilen yok! Sorulara karşı ise Çin sessiz!

Haoxin’in ve O’nun şahsında dün direnişin sembolü Barat Hacıların ve bugün Uygur’lu ve Doğu Türkistan’lı kardeşlerimizin Çin zulmü altında gördüğü baskı, soykırım ve asimilasyon politikalarına karşı Türkiye’de süregelen bir propaganda ise birileri tarafından gündemden hiç düşürülmüyor. Buna göre; ‘Muhafazakar-‘İslamcı-‘ kesim, söz konusu Filistin-Kudüs-Hamas, Mısır- İhvan, Suriye-ÖSO olduğunda ayağa kalkıyor, tepki veriyor ama ne Uygur ve ne de Şarki Türkistan konusunda aynı hassasiyeti ve tepkiselliği göstermiyor!’’

Bu yönde eleştiriler her fırsatta canlı ve diri tutulmaya çalışılıyor. Türk devletinin, Çin’le ilişkilerini geliştirmeye çalıştığında ise bir başka tepkiselliğin önü açılıyor ve devletin, Çin’in bunca zulmüne rağmen gerekli net tavrı koymadığından bahisle iktidarlar ağır eleştirilere muhatap oluyor.

Yakın tarihe şöyle bir bakıp arşivlerde gezdiğimizde görüyoruz ki Türkiye; uzun bir aradan sonra Çin’le ilk teması 1984’de kuruyor ve Çin Devlet Başkanı Li Şiannian, 1984 yılında Türkiye'yi ziyaret eden ilk Çin Devlet Başkanı oluyordu. Cumhurbaşkanlığı döneminde Süleyman Demirel, 1995 yılı Mayıs ayında Çin'e en üst düzeyde resmî ziyarette bulunmuş ve aradan 5 yıl geçtikten sonra 19 Nisan 2000'de Türkiye'ye gelen Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin'e, Çankaya Köşkü'nde düzenlenen törenle "Devlet Nişanı" verilmişti. O günlerde Fazilet Partisi ve merhum, mağfur Muhsin Yazıcıoğlu Zemin’e "Devlet Liyakat Nişanı" verilmesine çok sert tepki göstermiş ve tepkilerin artmasıyla Zemin’in TBMM'deki yapacağı konuşma bile iptal edilmişti. 12 Kasım 2007’de Şimon Peres dahi Meclis’te konuşabilmişken, o gün Türkiye, Jiang Zemin’e tahammül etmemişti!

Çin Cumhurbaşkanı için resmi karşılama töreni düzenleyen Demirel, Çankaya Köşkü'ndeki törende, Çin'in "köklü tarihi, büyük medeniyeti, muazzam insan ve ekonomik kaynaklarıyla" 21. yüzyılın en önemli küresel aktörlerinden biri olduğunu belirtiyor ve "Türkiye, Çin ile ilişkilerine büyük önem ve öncelik vermektedir" diyordu.

Demirel, ‘’Devlet Nişanı’’ vermekte haksız ama tespitlerinde haklıydı!

Birileri, Çin’in bugün geleceği yeri o gün çoktan öngörmüştü.

Jiang Zemin ise aynı törende yaptığı konuşmada; ‘’yeni yüzyıla yönelik yeni işbirliği alanlarını araştıracaklarını, Türkiye ile Çin arasında geleneksel dostluk bağları bulunduğunu, İpek Yolu'nun tarihte iki medeniyeti birbirine bağladığını ifade ediyordu!’’

Zemin’de haklıydı!

İpek yolu çok mühimdi ve yeni yüzyıl Çin ve Türkiye olmadan kurgulanamayacaktı.

Zalim Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin’e MHP’nin de içinde bulunduğu hükümet tarafından verilen "Devlet Liyakat Nişanı" hakkında sert konuşan Merhum Muhsin Yazıcıoğlu ise; Türkiye'nin Doğu Türkistan'dan göçe zorlanan çok sayıda Uygur'a kucak açtığını belirtmiş ve "Göç etmeyenlerin üzerlerinde atom denemeleri yapılmış, kadınlar zorla kürtaja tabi tutularak Türk nüfusun artması engellenmiştir. MHP'nin de içinde bulunduğu hükümet, Doğu Türkistan Milli Meclisi'ni Türkiye dışına sürgün etmiştir" diyordu.

Merhum Muhsin Başkan haklıydı.

O gün Jiang Zemin’e verilen bu ödüle tepki gösteren STK’lar ez cümle şunu söylüyorlardı:

"Bu ödülü lanetliyor, verenleri ayıplıyoruz!"

STK’lar da haklıydı.

2009 yılına gelindiğinde ise dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Zemin’den 14 yıl sonra Çin’e giderek geniş çaplı anlaşmalara imza atıyor, Gül’ün ziyaretinden sadece bir hafta sonra Urumçi’de, Uygurlar ile Han Çinlileri arasında kanlı hadiseler patlak veriyordu. Birileri Çin’le Türkiye’nin bir takım stratejileri yürütmesini istemiyordu ve bu alenen meydandaydı. Çıkan çatışmada çoğunluğu Han milliyetinden olmak üzere 197 kişinin öldüğü, bin 700’e yakın kişinin de yaralandığı resmi raporlara yansıyordu. Bu hadiseyle Türk Devletinin Çin Devleti ile sıkılaşan ilişkilerine darbe vurulmaya çalışıldığı ise aşikardı. O günlerde Urumçi katliamını ve Çin’le yakınlaşmayı sert bir dille eleştiren Devlet Bahçeli, Erdoğan’a yükleniyor, Erdoğan ise Temmuz 2009'da Partisinin Ankara İl Kongresi'nde Bahçeli’ye ,"Sayın Bahçeli, Çin liderine 9 yıl önce neden devlet nişanı verdiniz?" sorusunu soruyor, ‘’Sen bize diplomasi öğretme. Önce ne kadar öğrendin ona bak, onu anlat ve Uygur Türkleri çok ağır koşullar altındayken baskı görürken Ankara'da ağırladığınız Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin'e altında imzanız bulunan Devlet Nişanı'nı Süleyman Demirel'in cumhurbaşkanlığı döneminde nasıl verdiniz, onu söyleyin. Altında sizin imzanız var. Karşılığında ne aldınız da verdiniz? Bize ne faydası oldu, Devlet Nişanı verdiniz? Neydi mecburiyetiniz? Uygur Türkçesini yasakladınız diye mi verdiniz? 'Biz münasebetleri kesin' demiyoruz. Tabii ki münasebetler yapılır, yapılmalıdır. Biz de yapıyoruz. Ama gelip ondan sonra bize istismar siyasetiyle bu konularda vurmaya kalkmayın.' diyordu…

Devlet, aşama aşama tüm zorluklara rağmen yeni yüzyılın oyun kurucusu olma yolunda Çin faktörünü dengeliyor, buna göre hamleler yapıyor, içerideki politikalarını bugün de olduğu gibi dış etkenler-dengeler üzerinden kurguluyordu.

Bugüne yansıyan yüzüyle tarihi ipek yolu demiryolunda ise Avrupa’dan yola çıkan ve Çin'e ihraç ürün taşıyan tren, 8 bin 693 kilometre yolun Türkiye ayağında ki ilk seferinde İstanbul'dan Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu'nun katıldığı resmi törenle 4 Aralık 2020’de Çin’e uğurlanıyordu…

Çin-Türkiye ilişkilerinin o günden bugüne ve yarına nasıl bir gergef gibi dokunduğunun birkaç küçük örneğini bir kenara koyarak Çin’de süregelen paranoyaya da az da olsa nazar ederek asıl konumuza dönelim.

Çin, bir takım iddialarda bulunuyor! Buna göre Çin, en güçlü rakibi Amerika’nın DEAŞ-İŞİD saflarına kattığı ve eğitim verdiğini iddia ettiği bir takım Özbek-Kırgız-Uygur Türkleri konusunda hassas ve korkuyor. Bu korku aklını zail ediyor ve paranoyakça bir tepkiye dönüşüyor. Türkistan’da oluşturduğu toplama kampları zaten herkesin malumu. Son gelen haberlerde benzer uygulamaların Çin tarafından Hindistan’a da ihraç edilmeye çalışıldığı, Keşmir’de Müslümanların her hareketini izlemeye ve analiz etmeye yarayacak ileri teknoloji izleme aletlerinin ve programlarının Hindistan’a verildiğide artık sır değil. Hele buna, ABD’nin; Suriye ve Irak’ta görevlerini bitiren İŞİD militanlarını Fergana Vadisi’ne gönderdiği açıklamaları da eklenince bu paranoya histeriye dönüşerek içe yönelik baskı ve zulümleri arttırıyor. İpek yolunu hedef alan ABD’nin, İPEK YOLUNUN tam ortasına üstüne üstlük ‘’İŞİD’i GEREKÇE GÖSTEREK’’ ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), Amerikan ordusunun envanterindeki en büyük GPS güdümlü nükleer olmayan bombasını, Afganistan'ın Nangarhar kentinin Archin kasabasında IŞİD-Horosan olarak bilinen; örgütün Afganistan'daki koluna ait mağara ve sığınakları imhâ etmek üzere Nisan 2017’de attığı Bombaların Anası MOAN’ı da ekleyince Çin tamamen şizofrene tutuluyor.

Tabi aradan çok geçmiyor ve Çin, Ocak 2019’da kendiside BOMBALARIN ANASI’ndan üretiyordu.

Kızıl Çin’in Müslümanlara yaptığı zulmü Amerikan korkusuyla ifade etmek tabiî ki tek başına yeterli değil. Çünkü Çin, küresel terör örgütü İŞİD’e karşı mücadelede Türkiye gerçeğini görüyor. Dünya’da ikinci bir örneği olmayan Türkiye’nin İŞİD’le mücadelesi de ortadayken Çin neden zulümlerini arttırmaya devam ediyor? Yirmi yıl önce İŞİD’mi vardı? Ya da elli yıl önce?

Belki aradığımız cevabı bu yazının temel konusu ve omurgası olan soruyu cevaplayarak bulabiliriz!

Sorumuzu bir kez daha hatırlayalım!

‘Türkiye’de ki Muhafazakar-‘İslamcı-‘ kesim, söz konusu; Filistin-Kudüs-Hamas, Mısır-İhvan, Suriye-ÖSO olduğunda ayağa kalkıyor, tepki veriyor ama ne Uygur ve ne de Şarki Türkistan konusunda aynı hassasiyeti ve tepkiselliği göstermiyor! Neden?’’

Devlet-i Âli’in zevale uğramasıyla İstanbul’dan Halifeyi, Bab-ı Ali’den Sultanı alaşağı edenlerin Anadolu’yu parçalama planlarında, Ana Ocağı tarumar edilmek üzereyken, çok uzaklardan İstiklal mücadelesine altın-para ve can takviyesi yapan, yolladıkları altınlarla banka kurduğumuz; başta Hindistan, Horasan, Türkistan, Uygur, Abhaz, Kıpçak, Ahıska vs soydaş-dindaş kardeşlerimizin başına gelenler gerçekten tarih okumalarımızda gözlerimizden mi kaçırılıyor? Onları önemsemiyor muyuz? Sosylolojik ve siyasi zeminde tepkiselliğimiz zayıf mı? Onlara sırt mı döndük? Orası bizim Baba Ocağı! Ata Toprağımız değil miydi?

Stalin-Lenin-Mao talimatlarıyla küresel şeytani merkezin trenlere bindirip, Sibirya’ya sürdükleri kardeşlerimiz için; ‘’Bunlar asla toparlanmamalı, ailelerini parçayın, sürün, birliklerini dağıtın, ordularınıza alın ve Almanya’ya karşı savaşta cepheye sürün ölsünler, başımıza Selçuklu ve Osmanlı’yı bela eden Horasan Erenlerini, alperenlerini, kalperenlerini yok edin! Acı intikamımızı alın. Urşalayim (Kudüs) düştüyse, Bizans düştüyse, Malarzgirt’te yenildiysek, Varna’da, Plevne’de ve hatta onlara son darbeyi vuracağımız Çanakkale’de karşımıza dikilenlerin ocaklarını tarumar edin ki; Bosna ile, Üsküp ile, Kudüs ile, İstanbul ile, Kahire ile, Herat ile, Gül Şiraz ile, Taşkent ile, Semerkand’la, Isfehan’la, Tebriz’le bağları kopsun! Bellerini doğrultamasınlar. Can derdine düşsünler, ayağa kalkmasınlar! Horasan’ı Yıkın!’’ dediklerini duymadığımızı mı zannediyorlar. Birileri, Çin-Rusya emperyali altında ki kadim topraklarımızda bizi biz yapan değerlerimizi ilim, irfan ve hikmetle yoğuran Hoca Ahmed Yesevi’leri ve evlatlarını terk ettiğimizi mi düşünüyorlar? Asla!

Bir asır önce Devlet-i Âli zevale uğrarken, küllerinden yeni devleti ikame ettiren fedailer, önce kendilerini feda ettiler! Anadolu ocağı sönmesin, aydınlansın diye önce Uygur’u, Abhaz’ı, Azeri’si, Kırgız’ı, Kıpçak’ı, Türkistan’lısı kendini feda etti!

Önce, Devlet-i Âli'nin kök saldığı diyar, Horasan kendini feda etti! Sırf Anadolu yaşasın diye!

Anadolu ise yattığı "Ashab-ı Kehf" uykusundan 30 Mayıs 2010'da Mavi Marmara gemisine açık sularda sıkılan kurşunun sesleriyle uyandırıldı!

Uyandırılanlar, 15 Temmuz'da ayağa kalktı! El Bab’la, Afrin’le, Fırat Kalkanı ile, Barış Pınarlarıyla Sir-i Derya’ya ve Âmu Derya’ya akacağız. Akdeniz’e, Libya’ya, Karabağ’a aktığımız gibi ve günü geldiğinde Maverâünnehire’de akacağız! Seyhun’a ve Ceyhun’a da kavuşacağız.

...

Şimdi diyorlar ki; "Siz, Filistin meselesine önem verdiğiniz kadar, Doğu Türkistan, Uygur, Abhaz, Kıpçak, Ahıska Türklerine önem vermiyor, konuşmuyor ve gündeme getirmiyorsunuz!"

O saydıklarınız işte HORASAN'dır! Ata diyarıdır! Baba fedakarlığının merkez üssüdür! Horasan, sabırlıdır!

Hâfi'dir Sabır Zikrinde! HORASAN, erden ve serdengeçenlerdir!

Horasan, güneşin doğduğu yerdir!

O güneş, Anadolu için batacak ve tekrar doğacak!

Gerekirse yine batacak ve tekrar doğacak!

Bir hilal uğruna!

Taki Anadolu'nun Ru'yeti, Maverâunnehir’den de görünene dek.

O Hilal'in ışığı Anadolu'yu, Bilâd'uş Şam'ı, Babil'i, Mezopatamya'yı, Med'i aydınlata aydınlata Horasan'a gelecek.

Filistin 103 yıldır, Horasan için...Horasan, Filistin için ölürken...

Erenler, Alperenler, Kalperenler sabrediyor, ‘’kan içip kızılcık şerbeti içtik’’ diyorda; size ne oluyor?

Siz, Mele’ul Âla’yı gaflatte mi sanırsınız?

Haşâ!

“Neyseki yarın var. Umutların en sevdiği gün.”

Bülent Deniz – Habervakti.com Genel Koord.

@bulentdenizim

www.bulentdeniz.com