Sosyolog Aliye Özkul'un Star-Açık Görüş için kaleme aldığı yazısı:

Önce benden bir arkadaşım (Emine İlyas Hanım) bu konuda yazmamı rica etti. Buraya yazmak istediğim düşüncelerimi beynimin içinde devamlı evirip çevirsem de yazmak istesem de bir türlü elim klavyeme varmıyordu. Sonra ikinci bir telefon geldi. Ankara’da bir gazeteden…  “Kaybolan Yıllar” başlığıyla bir dosya hazırlıyorlarmış. 28 Şubat döneminde üniversitelerini bitiremeyen bizlerin seslerini duyurmak istiyorlarmış. Telefonda benimle görüşen bey, “Erkekler bu konuda bedel ödemedi. Sizlere borçlu erkekler” dedi. Şaşırdım, çünkü bu konuda bizler halimizi anlatmaya çalıştıkça karşımıza çıkan makam sahibi insanların pek çoğundan empatiyle karşılanmak yerine başka bir sürü şey dinliyorduk. Kimisi sabrı tavsiye eder, kimisi “Benim de ablam, eşim vs. bunları yaşadı, ecrini Allah verecektir inşaallah” der, kimisi bizlere Allah’a güvenmeyi öğütler ve ülkede her şeyin kanunlar çerçevesinde olduğunu, bahsettiğimiz durumda bizler için bir şeyler yapılamayacağını ifade eder ve böyle uzar gider… Etrafımızdaki insanlar, başörtüleri nedeniyle 97 yılından sonra eğitim hakları engellenmiş neslin/kadınların, hayatlarındaki her problemli olayı, 28 Şubat’a bağlayıp durmasına her seferinde şaşırırlar.

Sahi benim neslimin tek derdi işe girmek mi? Ekonomik sorunların etkisini yalıtarak söylüyorum; bu talep, “kalpleri kırık 28 Şubat kadın mağdurları” için suyun üstünde görünen kısım… 2011’de tüm üniversitelerde başörtüsü yasağının kalkması, 2013’te tüm devlet dairelerinde başörtüsünün serbest olmasıyla birlikte, kamusal alandaki yarışlara katılma hakkı kazanan (!) neslimin kadınları, derin psikolojik kırılmanın ikinci kısmıyla karşılaştı. Şimdi o tarihin üstünden beş sene geçti ve ilk başta bahsettiğim cümlelerin hepsi 2013’ün başından şimdiye kadar hep söylendi. Her defasında böyle bir sorun mu vardı şaşkınlığı içinde… Ama başörtülü kadınlara hakları verildi türküsüyle…

O zaman meseleyi baştan ele alalım. Benim neslimin kadınları, proje bir nesildi. Şokun kaynağı aslında bu. 80’lerde dindar/mütedeyyin, taşra-lı/Anadolulu insanlar için kızların okuması fikri, İmam-hatiplerle birlikte “Ya aslında olabilir” aşamasına henüz gelmişti. Ortaokul ve lise eğitiminde, kızlarının din eğitiminden geçmesi ve başlarını örtebilme ihtimali, Anadolulu halk için ilkokuldan sonra kızlarını okutmak yerine resmi ve gayri resmi Kuran kurslarına göndermelerine bir alternatif oluşturmuştu. Geleneksel düşünce içindeki insanlar için “evlilik öncesi dinini de öğrenebileceği bir lise eğitimi almış olsun” düşüncesi etkiliyken, İslamcı ve müdeyyin çevreler için kızların başörtülü okuması, hayallerde oluşan İslami bir yaşama giden en önemli imkândı. Zira geleneksel din anlayışı, kadınların kulaktan dolma bir şekilde öğrendikleri dini bilgiye dayanıyor ve belki de İslam’dan olma-yan bir sürü hurafe bu kanaldan toplumun içinde çörekleniyordu. Kızların modern dünyaya ait bilgileri lise eğitimiyle öğrenirken, dinlerini de kitaplardan kendileri araştırarak öğrenmeleri, toplumdaki pek çok yozlaşmayı önleyebilirdi. Ancak normal liselerde tek tük, imam hatip liselerinde çoğunlukla başörtülü olarak okumaya başlayan genç kızların 1995 yılı sonrasında üniversitelerde sayıca önceki yıllara nazaran çok daha fazla görünmeye başlaması cumhuriyetin o dönemdeki elitlerini tedirgin etmişti. Ve postmodern darbenin fitili o yıllarda tutuşturuldu.

Beklenti çok büyüktü

Geleneksel ev rolleri, İslami idealler, modern dünyaya intibak ve televizyonun yaygınlaşmasıyla birlikte popüler kültürle tanışmış bir nesil… Hepsinin ortasında kalan başörtülü kızlar, dindar camianın üzerinde büyük beklentilerinin olduğu bir nesildi. Bu kızlar dantel örmeyecek, eşyaya düşkün olmayacak, süslenmeyecek, kitap okuyacak, bir yerde sohbet, vaaz ya da konferansta konuşandan kaynak soracak, sorgulayacak, hep dik duracak, aciz görünmeyecek, kendisine yetecek… Mücahide olacak ilk şehit Hz. Sümeyye gibi, bilge ve iffetli olacak Hz. Meryem gibi… Bu beklenti listesi uzatılabilir.  İlk kez bu kadar çok sayıda başörtülü olarak okuyan kızda, geleneksel moddaki kadınlardan farklı hal ve tavırlar görünce bunun “erkekleşmek” olup olmadığını sorgulayan da aynı camiadır. Diğer yandan bu kızları kendi idealleştirdikleri fikirler çerçevesinde yetiştirmeye devam edenler de onlardır.

Kuran kursunda yetişen dindar bir kız ile imam hatipte ve diğer liselerde okumuş ve üniversiteye girmeyi başarmış kızlar arasında temel bir fark vardı. Birinci grup dini kadınlardan öğrenirken, ikinci gurup İslamcılık ideallerini erkek öğretmenlerden öğrenmekteydi. İlk guruptaki kadınlar da kendilerini çok geliştirmiş, özverili idiler. Ama onlar zaten toplum yaşantısına uyum sağlamak üzere yetiştirilmişti. İkinci grup ise her şeyi sorgulayıp gerekirse adetleri değiştirebilmek, eğer çalışma imkânı olursa Müslüman bir hanımefendinin nasıl bir vakarla iş yapabildiğini gösterebilmek üzere yetiştirilmişti. Bu kızların diğer bir farkı ise üniversite sıralarında farklı kimlikten ve görüşten pek çok insanla tanışma ve görüş alışverişinde bulunma imkânını kazanmış olmasıydı.

Hasar tespiti…

28 Şubat’ın benim neslime yaptığı en büyük şok aslında psikolojiktir. Çünkü evlerine geri döndüklerinde toplum onları bağrına basmadı. Arkasında durmadı. Üretim hatası gibi karşılandılar. Okutmamak yerine imam hatibe gönderen babalar bu sefer “başını açacaksın” diye baskı yapmıştı. Pek çok kız okullarından uzaklaştırıldığını ailesine söyleyemedi.  Ekonomik olarak zor durumda kaldı.

Bir kısmı evlerine dönünce hemen evlendi. Ancak mobilya derdine düşmek yerine, vizyondaki sinemaları takip etmek gibi hobileri olan bu kızla-rı, kocaları, babaları veya komşu teyzeleri belirli bir tanımın içine sokamadı. Sorgulayan hallerini, öncelikle kendilerini yetiştiren zihniyet eleştirdi. Onları evleri için yeterince dişi olamadıkları konusunda eleştirilenler, iyi kazanan esnafla evli ilkokul mezunu komşu kadının evini son çıkan mobilyalarla yerleştirmesiyle kıyaslayıp, beceriksizlikle suçlayanlar oldu. Bazı ahlak yoksunu iş adamları, bu kızların mağduriyetlerini gidermek için, ikinci eş olmayı teklif ederek hayır işlediklerini (!) düşündü. Evlenip yuvalarını kuran bu kadınlar; “Ev hanımı değilse, çalışmıyorsa bu hobiler de ne oluyor” şaşkınlığı ile bakan toplumun karşısında zamanla fazla bildikleri her şeyi törpülemek zorunda kaldı. Bunlar, okullarını bıraktıkları ilk dönemde evlenmiş olanların hepsinin değil, önemli bir kısmının başına gelendir. Ancak söylemek gerekir; bu dönemde evlenmiş olanlar öyle bir değersizlik duygusuyla hayata başladı ki, sonraki dönemlerde krizleri aşılmış iyi bir aileleri olduğu halde “Ben çalışmış olsaydım ya da okuyabilmiş olsaydım bunlar başıma gelmezdi” düşüncesi zihinlerinde devamlı tekrar eden bir plak oldu.

İkinci bir grup, okulu bırakınca evlenme olmaksızın kendilerine ve hayatlarına anlam katacak bir sürü uğraş buldu. Ebru, hat, tezhip, sıbyan okulu tarzında kreşçilik, bırakmış oldukları bölümlerdeki kimi becerileri ile bir işe girip, mezun insanların yapabileceği kalitede iş çıkarmaya çalışma vs. gibi uğraşlarla kendilerini geliştirdiler. Ancak bunların durumu da toplumda anlaşılır değildi. Anne-babalar bu sefer en küçük kızlarını, kendilerine sorun çıkarmasın diye normal liseye göndermeye başladı. Tesettür markaları daha dar kalıplarda modeller üretir oldu.

Okullarını bırakan kızlar çalışacaklarsa göz önünde değil arkada olmalıydı. Patronlar dindar olsa da olmasa da okullarını bırakmış kızların diplomasızlıklarını, başörtülü olduklarını hatırlatıyor ve nasıl bir risk aldıklarını vurgulayarak verdikleri düşük ücrete razı olmalarını söylüyordu.

Bazı kızlar ise 1-2 yıl tehirle, eşarp üstüne peruk ya da şapka takarak okullarını bitirdi. Onlar da kampüslerde güvenlikçilerle köşe kapmaca oynayarak, kendilerinden 3-4 yaş küçük sınıf arkadaşlarının “Bu kadar estetik dışı bir şeyi (eşarp üstüne peruk) niye takıyorlar ki” şaşkın bakışları arasında okumaya çalışıyordu. Bu şekilde mezun olanların bir kısmı özel sektörde ve doğu illerindeki devlet kurumlarında başörtülü olarak çalışmaya başladı. Bir kısmı ekonomik baskılara dayanamayarak başını açıp memuriyet yapma yoluna gitmek zorunda kaldı. Ama geride kalan kitle ne yaptı? Ucuz iş gücü olanların dışında geleneksel ev rollerini kabullenmekten başka bir çaresi olmayanlar, kendilerine nefes alacak ortamı, gönüllü işler yapabilecekleri cemaat, dernek ve vakıflarda buldu.

İkinci büyük şok

Ve aradan yıllar geçti. Müslüman iş adamları inşaat, mobilya ve tekstil sayesinde yeniden bellerini doğrulttu. Bu üç sektörün de temel alıcısı kadınlardı. Fakat bunları almayı isteyecek kadın zihniyeti 80’lerdeki ideallerle yetişmiş mobilyasız ama idealist yaşama razı olan kadınlar değildi. Bu üretim tarzı giyinmeyi seven, ama dişiliğini belli eden, aldırdığı mobilya, ev ve eşyalarla ailesinin statüsünü gösteren, kendine aldırdığı eşyalar (ziynet, kıyafet, araba, ev) kadar değerli olduğunu düşünen kadınları makbul sayıyordu.

Eğitim hakkı engellenince evlerine dönen kızların aradan geçen 13 yılın ardından yaşadıkları ikinci büyük şok, 2011 affıyla okullarına geri döndükten sonra oldu. Mesela kocasından kaçarak yarım bıraktığı okuluna dönen, büyük bir depresyon geçirdikten sonra okuluna dönen, üç çocuğunu zaman zaman bırakmak zorunda kalarak okuluna dönen vardı. Pek çoğuna aldıkları dersleri tekrar aldırdılar. Kendileri ile aynı yaşta veya daha küçük olan kimi hocaların (ki onların bazıları İslami çevrelerden olup eğitim ve kariyer basamaklarını tırmanan erkeklerdi) empati yoksunu zorlamaları, işi yokuşa sürmeleri ile zor bela okullarını bitirenler oldu. 2013 yılında bu kızlar/kadınlar lisans eğitimlerini tamamladıklarında, devlet memurluğunda da başörtüsü yasağı kalktı. Mezun olup protesto ettiği için KPSS’ye girmeyenler ve çocukları yaşındaki gençlerle aynı sıralarda oturup okulunu bitirenler bu sefer KPSS sınavı ile karşılaştılar. Bütün eğitim hayatlarını idealler uğruna değil, sınavlarda başarılı olma gayesiyle yetiştirilmiş bir nesille aynı sınava girecekler ve her seferinde bu trenin yetişemeyecekleri uzaklıkta olduğunu fark edeceklerdi. Evet, bazı kızlar gerçekten iyi çalışıp bu sınavın hakkını vererek atandı. Ancak çoğunluk 35 ve 40’lı yaşlarda ve hala öğüt dinliyorlar. Bu onların öğüt verenlerden daha az özverili veya daha az çalışkan olmasından kaynaklanmıyor. İş dünyasındaki oyunun kurallarını sınavı kazanmış 20 yaş küçük gençler ve makam sahibi olmuş kendileriyle aynı kuşak olan emekliliği yaklaşmış memurlar kadar anlamıyor oluşlarından da kaynaklanmıyor. Hayır, aptal değiller. İkna olmuş değiller. Sadece bu dünyanın içinde tanımlanmış bir yerleri yok.

Diplomasına geç ulaşan başörtüsü mağduru arkadaşların çoğunluğu en fazla ücretli öğretmenlik veya ek ders karşılığı geçici pozisyonlarda çalışı-yor. Geçici pozisyonda dişini, tırnağına takarak çalışan bu kadınlar, bazen stajyer gibi bir muamele görebiliyor. Çünkü memurların dünyası genç ve hevesli bir gencin üstüne ilk başta zor ve angarya işlerin yığılması, sonra bu gençlerin zamanla oyunun kurallarını öğrenerek idealistliği bırakıp, başına iş yığılmasını engelleyecek yöntemler öğrenmesiyle sonuçlanıyor. Ama 30’lu ve 40’lı yaşlarda ücretli bir pozisyonda işe başlayan bir başörtüsü mağdurunun idealizmi de memur dünyasında tanımlanmış ve alışılmış değil.

Keşke diyen yok

Lakin bütün bunların yaşanması karşılığında bir arkadaşımın bile “Keşke okulumu bitirseydim. Başımı açıp çalışsaydım” dediğini duymadım. Fakat toplumdan yani ailelerinden, kendilerini yetiştiren camiadan, devletten ve aynı değerlere sahip (!) okullarına ve işlerine devam etmiş kendi kuşağının erkeklerinden, gerekli değeri görmedikleri için artık ideallerini çoktan bir kenara bırakmış durumdalar.

28 Şubat Öğrenci Derneği 2012’den itibaren peyderpey mezun olanlar tarafından kurulmuş bir dernek. Onlar her şeye rağmen birlik olup bizim kuşağın durumunu yetkili mercilere anlatmaya çalışıyor. Bir listeleme çalışması yaptılar. Allah’ın adaletine olan inançları onları ayakta tutuyor. Çalışmalarını sadece bir sonuç almak için değil, adaletin tecelli etmesinde üzerlerine düşen vazifeyi yerine getirmek için yapıyorlar.

28 Şubat kadın mağdurlarının sorunlarının psikolojik yönden ele alınması elzemdir. Onları anlamak sorunlarını çözmeye yardımcı olacaktır. 20’li yaşlarında terörist ilan edilmek ve öyle olmadıklarını kanıtlamaya, 30’lu yaşlarında mesleklerinden uzak kendilerini topluma kabul ettirmeye çalışmak... 40’lı yaşlarında ‘bir baltaya sap olamamış’ muamelesi görmek… Olaylara onların penceresinden bakılabildiği zaman yersiz nasihatler vermek yerine çözüm üretilmeye başlanacaktır. Çünkü bu kadınlar her şeye rağmen ailelerini de devletlerini de ideallerini de sevmektedir. Onların sorunlarının çözülmesi, haklarının iadesi değil –ki bu tam manasıyla ancak ahirette mümkün olabilir- devletin, onlara kendilerinin bu ülkenin öz evladı olduklarını hissettirmesi ve yine devletin belki de onlardan bir helallik istemesi olabilir.