İnsan, Rabb'imizin sayısız özellik ve güzelliklerle yaratıp dünyaya gönderdiği bir varlık. Beşer olması hasebiyle, ilk adımlarını atıp yürümeye başladığında da ömür yolculuğunda da yürümenin tabiatı gereği düşüp kalkarak ilerler. Yürümeyi öğrenirken, düşüp kalkmayı çok normal karşılarız, hatta "Aferin, kalk yürümeye devam et," diye destek oluruz. Oysa çocuğumuz büyümeye, boyu uzamaya, söylenenleri anlamaya başladığında, sistemi adeta tam tersine işletmeye başlarız. Artık yanılma, tökezleme, düşme hakkı yokmuş ve düşerse bu bir başarısızlıkmış gibi yansıtırız.

"Ben sana şöyle şöyle yapma, düşersin dedim, bak dinlemedin düştün", "O işe girme, kaybedersin dedim, bak dediğim çıktı", "Hızlı koşma düşersin", "Aman dikkat et, sakın bir hata yapma", "Sınavdan düşük not aldın bak, ben sana başka şeylerle oyalanma demiştim" gibi daha onlarca örneğini verebileceğimiz eleştirme cümleleri girer hayatımıza. Ve bunlar içimize işler. Hata yapmaktan korkar hale geliriz. Her denemede beklenilen seviyeyi
yakalayamama endişesi sarar bizi. Çünkü bu onları üzme, sözlerini dinlememe ve dikkat etmeme anlamına gelir. Biz de eleştirilen ve beğenilmeyen bir duruma düşmüş oluruz. Bundan dolayı da kendimizi kötü, beceriksiz ve başarısız hissederiz.

Tanımlara göre düşünürüz

Başaramam korkusuyla hiç denememektense, denemek ve gerekirse yüz kere düşüp kalkarak ilerlemeye devam etmek, çok daha doğru ve kazançlıdır. Oysa günümüzde en ufak bir tökezleme ya da düşme durumunda, etiketler ardı arkasına gelmeye başlar. "Beceriksiz, sakar, tembel, işe
yaramaz, dikkatsiz, ne biçim çocuksun, beni üzüyorsun, senin annen olmayacağım" gibi. Bu etiketleri ve eleştirileri duya duya bunlara giderek inanırız ve farkında olmadan söyledikleri gibi davranmaya başlarız.

İç savaş içten yıkar

Giderek artan ve etkisi büyüyen bu sözler, içimizde başlayacak bir savaşın fitilini ateşler. Artık kendimizi içten içe eleştirmeye, beğenmemeye ve yıpratmaya başlarız. Çünkü etiketler sıfatımız olmuştur. Oysa bizi güçlendirmesi gereken düşe kalka yaşadığımız bu doğal öğrenme süreçleri, bizi
yıpratan ve zayıflatan bir sürece evrilmiş ve bize zarar verir hale gelmiştir. Çünkü yaşanılanların adı yanlış konmuştur.

Yolda olmanın ve ilerlemeye devam etmenin tabiatı olarak, düşe kalka yol almak bizatihi doğal bir akışın habercisi iken, bilmeyen ebeveynlerin her
tökezlemeye ya da düşmeye başarısızlık anlamı verip terslemelerinden dolayı, bizim algılarımız da yanlış işlemeye başlamıştır. "Eyvah
yanıldım, başarısız oldum, haya yapmamalıydım" demeye başlarız. Çevremizin gözündeki imajımız zedelenir ve eleştirilerin odağı haline geliriz.

İç diyaloglarımız, kendi gözümüzden nasıl göründüğümüzün ifadesidir

Kendimizi güçlü ve iyi hissetmemiz kendimize söylediğimiz sözlerin iyi olmasına ve doğru bir bakış açısıyla değerlendirmemize bağlıdır. İç diyaloglarımız, duruşumuzu etkiler çünkü onu yüreğimize biz söylüyoruzdur ve en derinden söylüyoruzdur. Kendimizi insani yanılmalara karşı hoş gören bir anlayışla korumaya almadığımızda, başkasının müdahalesine gerek kalmadan, kendimizi içeriden kırıp dökmek için çaba harcıyor gibi oluruz. Çünkü insan içten dağılır ve içten toparlanır.

İçte kendisi ile uğraşan, eleştiren, beğenmeyen insan, ancak kendisi ile ilgili algıları düzeldiğinde kendisine bakışı düzelir. Bu da başta anne- babanın ve hayat arkadaşının dili ve hali düzeldiğinde mümkün olur. İlâveten, kendisi bu savaşı durdurmazsa, bunu durduracak güç de yoktur. Bilelim
ki, içinde savaşı olanın dışarıdakilerle barışı olmaz. Dolayısıyla zihnimiz içimizde kendimizi nasıl gördüğümüze göre çalışır. İç diyaloglarımız düzeldikçe, yanılmalar, şaşmalar ve tereddütler de en aza iner.

Peki, bu savaşa yani kendilik algısı bozukluğuna nasıl yakalanırız?

Başta ailemiz olmak üzere, daha çok küçük yaşlarımızdan itibaren başlatılan eleştiri, karalama ve aşağılama tutumu sebebiyle, kendimizi beğenmemeye ve başarısız bulmaya başlarız. Hatta elimizden hiçbir iyi işin çıkmayacağına bizi inandırırlar sonra da kendimizi değersiz ve
yetersiz hissederiz. İçimizdeki kendimize dair inancımız zarar görür, güvenimiz azalır. İçimizdeki bu kargaşa kendimize söylediğimiz sözleri siyaha boyar. Bu da iç dengelerimizi bozar ve bizi yıpratır.

Başarının ne olduğunu doğru anlamayız?

Hiçbir iş risksiz olmaz ve başarı risksiz kazanılmaz. Bir işi yaparken yanılmak, bundan sonra daha dikkatli olmak için bulunmaz bir öğretmendir.
Düşme; yolda olmanın ve hâlâ ilerlemeye devam ediyor olmanın bir belirtisidir. Çünkü "Yürümeyen ayağa taş dokunmaz" diye çok güzel bir atasözü var. Ve yine, hareketsizliğin uzun vadedeki bedelleri, hareketin risklerinden çok daha büyüktür diyen bir özlü söz var ve başarının düşe kalka yakalandığının altını çiziyor.

W. Churchill, "Başarı, şevkini hiç kaybetmeden bir başarısızlıktan diğerine geçebilmektir" der. Burada da bir şeyi deneyip yapamamak başarısızlık olarak algılanıyor. Oysa adım atabilmek ve devamını getirebilmek; hareket halinde olmak demektir, hareket berekettir. Başlamak
bitirmenin yarısıdır, derler. Her düşme, tedbir alındığında gelecek adımların güvencesi olur. Yola çıkmak başarıdır. Her türlü yol şartlarına rağmen, seçilen yolda devam etmek başarıdır. Yanılmak ve düşmek öğrenmenin basamaklarındandır. Hayatını öğrenmeye adayanların korktuğu şey, hareketsiz kalmak, adım atamamak ve yola devam edememektir, düşmek değil.