Hâfız-ı Şirâzî, bir beytinde, 650 yıl gerilerden, ‘O vâizler ki bize tevbe etmemizi devamlı söylüyorlar; / Niye, bir kez de kendileri tevbe etmezler’ diye sesleniyor. 

*** 

Hele de sosyal alandaki tercihlerin çok belirgin söz veya tavırlarla ortaya konulduğu seçim dönemlerinde, bu tercihlere yönelik tartışmalar daha bir yükseliyor; kırılma ve kırgınlıklar daha bir yaşanıyor. ‘Filan kişi veya taifeye niçin destek veriyor veya karşı çıkıyorsun, niye şöyle yazıyor veya yazmıyorsun?’ diyen ve dahası, âdâb sınırlarını zorlayan bir uslûbla, talimât verircesine, ‘fakir’e de ‘Niye şöyle yazdın veya yazmadın‘ diyenler; hattâ, tevbe etmesi gerektiğini yazanlar bile çıkıyor. O gibilere, en iyisi, Hâfız’ın beytiyle karşılık vermek gerekiyor. 

O gibi eleştiri veya beklentileri olanlar, bu satırların sahibinin, kalp ve beyninden başka hiçbir yerden emir almayan birisi olarak, doğru olduğuna inandıklarını yazmaya çalıştığını bilmeliler. Ne başkalarının kendisi gibi düşünmesini bekler, ne de düşüncelerinin başkalarınca beğenilecek şekilde olmasını. 

Bu son seçim öncesinde de, ‘Herkes, basit gündelik maslahat veya menfaatlerine, hislerine göre değil, kendi kesin doğrularına ve ideolojilerine, dünyaya bakışlarına en yakın kimleri görüyorlarsa, tercihlerini ona göre yapsın’ demiş ve Ra’d Sûresi- 11. âyetindeki, ‘Bir halk kendi halini değiştirmedikçe, Allah onların halini değiştirmez’ meâlindeki hükmü ve Hz. Peygamber (S)’den gelen ‘rivayet’teki, ‘Nasılsanız, öyle idare olunursunuz’ gibi hatırlatmaları hatırlatmıştır, sosyal değişimin değişmez ölçüleri olarak; bu kadar…   

*** 

Her insan, sahip olduğu kendi kesin doğrularına, inançlarına ya da durduğu veya baktığı yere göre farklı kanaatler taşır. Kalplere, gönüllere zorla hükmedilemez ve kalplerde, gönüllerde olan muhabbet veya husûmet veya nefret duygusu da zorla bertaraf edilemez. Kendilerini veya kendi sevdiklerini zorla sevdirdiklerini sananlar aslında sadece kendilerini kandırmakla kalmazlar;  ‘insan’ı köleleştirmek istediklerini de ortaya koymuş olurlar. 

Ebû Cehl’in, Hz. Peygamber (S) için, ‘Dünyanın en çirkin insanı’ dediğini duyan Hz. Ebû Bekr,  ‘Hayır.. O, dünyanın en güzel insanıdır’ dedi. Bu durum bildirildiğinde, Hz. Peygamber’in, ‘Her ikisi de doğru söylemiş. Benim düşmanım, beni nasıl güzel görebilir? Ve bana inanan birisi beni nasıl çirkin görebilir’ meâlinde karşılık verdiğine dair ‘rivayet’ler mevcuttur.    

*** 

Esasen, hepimiz de karşımızdakileri, kendi duygu ve düşüncelerimize ve itibar ettiğimiz aslî değer ölçülerimize göre destekler veya karşı çıkarız. 

Meselâ, ‘fakir’in de, KK. isimli siyasetçiyle şahsî olarak alıp veremediği hiçbir ilgisi yoktur. Ama dünyaya bakışı ve ideolojisi iledir farklılığı ve hattâ aykırılığı... 

Çünkü, o bile artık zaman zaman -ve siyasî taktik icâbı- halkın inanç ve duygularını sıvazlayacak sözler ediyorsa da; sosyal hayatın tanziminde, resmî ideolojinin ‘ikon’laştırılan bir isminin ilke, düşünce ve uygulamalarını temel ölçü olarak kabullendiklerini her vesileyle belirtiyor. Bu durum, başında bulunduğu 100 yıllık siyasî teşekkülün yapısının da gereği. Ve anayasa ve diğer kanun dayatmalarıyla ve yalanlarla ve de küçücük çocukların bile, resimler, heykeller önünde eğilmeye ve onları kutsamaya teşvik eden -artık dünyada sadece Kuzey Kore’de kalmış- bir ilkel anlayışla, bir beyin yıkama ameliyesiyle karşı karşıya bırakılması, o ideolojik yapının eseridir. Hiçbir günlük menfaat, bu dayatmaların görmezlikten gelinmesine bahane olamaz herhalde.. 

23 Nisan günü, Cumhurbaşkanlığı makamında, C. Başkanlığı oyununa katılan 13-14 yaşlarında bir çocuk bile, zorlukların nasıl aşacağını soran bir muhabire, ‘Aynen büyük Atatürk’ün demokrasi anlayışıyla hareket ederek’ diye karşılık veriyordu. 

Sadece bu bile, nasıl bir traji-komik sosyal türbülansta olduğumuzu ortaya koymaya yeter.