Eski bir radyodan yükselen gurbet türküleri gibi şehir. Kömür kokulu sokaklardan geçip bir gönül misafiri olmak, üşüyen elleri tutmak, eksilen ruhlara dokunmak ne güzeldir. Ve nasıl da zariftir dünyadan ukbâya uzanan bir yolculuğa çıkarken, geride anlamlı öyküler bırakarak yaşamak.. 

Ağaçlar diyorum; beyaz bir gelincik çiçeği gibi süslenmişler. Birbirinin yaşama hakkına müdâhil olmuyorlar, hiçbiri diğerinin daha uzun olduğuna, daha erken çiçek açtığına itiraz etmiyor. Gökyüzüne uzanırken dallarıyla bir resim çiziyorlar âdeta incitmeden, kırmadan kalplerini..  

Son dönemde yaşanan linç kültürü, fikirlerden çok şahısları gündeme alma çabası, düşünce ve hikmetin giderek daha da değersizleşmesi üzerine düşünürken kâinatı okuma eyleminin bize yeni bir bilinç kazandıracağını düşünüyorum. Zira insan çoğu zaman gökyüzünden, hayvanlardan ve diğer canlılardan da öğreneceği şeyler olduğunu fark edemiyor. Üstelik “yeryüzünü dolaşın ve Allah'ın insanı nasıl harikulade bir şekilde yoktan var ettiğini görün!” çağrısına rağmen. (Ankebut/20) Sonsuzluğa uzanan gökyüzünü, insanın bütün bu olağanüstü yaratılış karşısındaki acziyetini gördükçe ‘hiçbir şey için insanı kırmaya, üzmeye değmez’ diye düşünmeden edemiyoruz. İşte bu yüzden içimizdeki merhamet duygusunu korumanın yollarından biri de kâinata uzanan bir yolculuğa çıkmak, toprağa ve fıtrata yönelmektir. Şimdilerde hızlı yaşamaktan vakit bulamayabiliriz ama bir gün mutlaka yağmuru bekler gibi bizi de bekleyen toprakla aynı göğe bakacağız..

Sürekli aynı konuları tartışıyor, geçmiştekilerin yaşadığı sorunları yeniden yaşıyor, tekerrür eden tarihi iyi okuyamamanın bedelini ödüyoruz. Bir arada yaşama kültürünün sonucu olarak farklı ırkları, fikirleri, renkleri ortak değerlerde buluşturan duygunun sevgi olduğunu, yeryüzünde faşizmin etkisinden kurtulmanın yolunun insana ‘ayet’ gözüyle bakmaktan geçtiğini fark edemiyoruz. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür. Ve bir orman gibi kardeşçesine..” diyen şâirin de derdi bu değil miydi? Bir ruh diğer bir ruha dokunuyorsa, küçük bir iyilik büyük mutluluklara sebep oluyorsa, yarınları değiştirecek ve bize daha yaşanabilir bir dünya inşa edecek bu umudu boşa çıkarmamalı insan..  

Farklı sesleri içinde barındıran, kendine ait bir kültürü olan fakat modernleşme süreciyle birlikte giderek fıtratından uzaklaşan toplumların kamplaşması gayet beklenen bir durum. Fakat sağlıklı iletişim, ifade özgürlüğü gibi değerlerin azalıp, algı yönetimi, asılsız haberler ve bunları sorgulamadan paylaşan kitlelerin artması düşünceyi, düşünenleri ve olayların arka planını görebilme ferasetini yetim bırakıyor. İşte tam da bu sırada kayıtsız şartsız Allah’a teslim olmayı özgürlük kabul eden İslam, bir çözüm yolu ortaya koyuyor. “Özgürlüğün olmadığı yerde ben yokum” diyor. Teslim olmuş kişilerden bahsederken de “onlar her sözü dinler en güzeline uyarlar” ifadesini kullanıyor. (Zümer/18) "Rahmân'ın has kulları kimdir?" sorusuna Kur'an'ın ilk verdiği cevap şu şekilde: "Yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil kimseler kendilerine laf attığında 'selam' der geçerler.." (Furkan/63) Peki biz, yani diğer insanların davranışlarımızdan emin olması gereken Müslümanlar olarak ne yapıyoruz? Öncelikle linç edilmesi gereken bir şahıs belirleyerek hakkında kesin bilgimiz olsa da olmasa da önyargı okları yöneltiyoruz. Ardından bütün ahlâkî erdemleri bir kenara bırakıp hakikati incitecek, insan olduğumuzu unutturacak düzeyde taraflara ayrılıyoruz. Kalemin yerini klavye aldığından beridir kelimeler, muhatabın kalbine şifa olmak yerine acı bir sızı oluyor. Anlaşılmak, karşı tarafı dinlemek, gözlerine bakmak, onu bütün ünvanlardan uzaklaşarak sadece insan olduğu için muhatap almak gerekmez miydi? Ne oldu da başkalarının yaşam tarzına müdahale etme cüretini kendimizde bulduk? Neden hep kusur arayan gözle bakmayı, hep karşı tarafa haddi aşan ifadelerle saldırmayı tercih eder olduk? Daha açık bir ifadeyle; önce kalbimizdeki putları kırmak yerine neden başkasının putuna İbrahim oluyoruz?  

Seküler-antilaik, sağcı-solcu, alevi-sünni, gelenekçi-modernist, tarihselci-evrenselci, yılbaşı kutlayanlar-kutlamayanlar, piyango bileti alanlar-almayanlar gibi ideolojik deli gömleklerini çıkarıp “ne mutlu insan kalabilene” diyebilme zamanıdır şimdi. Kendi inandığı din algısını mutlak doğru görüp başka fikirlere nefretle bakan, hayat kitabı olan Kur’an’ı sevap makinesine dönüştürüp, ahlâkı Kur’an olan Nebi’yi sadece şeklen taklit eden, Allah’tan rol çalarak başka hayatları yargılayan din zabıtalarından Allah’a sığınırız. Barış ve esenlik dini olan İslam’ı ‘ehli sünneti müdafaa’ adına ‘şiddetle, bedevice’ savunmak bu dine yapılan en büyük kötülüklerdendir. Yılbaşı kutlamaya karşı olabilir ve kutlamazsınız fakat aynı şekilde adaletsizliğe, zulme ve din sömürüsüne de karşı çıkmalısınız. Öte yandan bu toprakların irfanına yıllar yılı düşmanlık besleyen, İslâmi değerleri aşağılamayı kendilerine meslek edinenler de inançlara saygının büyük bir erdem olduğunu unutmamalılar. Sizin gibi düşünmeyen insanların söz söyleme hakkına saygı duymanız, eleştirel akılla düşünüp, davranışlarınızı ahlâki ilkelere göre belirlemeniz sizi daha iyi insan kılar. İbrahim olmak, sadece kuru bir iddia değil ölümü göze alan bir teslimiyet ve adanmışlıkla mümkündür. Dünyada nerede bir İslamofobik faaliyet varsa arka planında terörle ilişkilendirilen, ubudiyyetten çok ibadete, ruhban sınıflara indirgenmiş, sosyal adaletten uzak, iman etmekle aynı zamanda ahlâklı olduğunu zanneden yanlış din algısı vardır. Ali Şeriati bu durumu şöyle açıklar: “Bir hakikati yok etmek istiyorsan ona iyi saldırma, onu kötü savun!” 

Tarafını korumak adına sürekli polemiklerle ilgilenen erbab-ı kalemlerin, Youtuber vaizlerin artık yalnızlığa terk edilen Kur’an’ı teolojik tartışmalardan, masa başı derslerinden hayata taşımalarının zamanı gelmedi mi? Yazmaktan çok yaşamaya, görünmekten çok olmaya, anlatmaktan çok anlamaya ihtiyacımız yok mu? Anlamsızlık uçurumuna doğru sürüklenen bağımlı gençlerin, muhacir olduğu ülkede asgari ücretle çalışırken soba zehirlenmesi nedeniyle dört evladını kaybeden babaların, hastane koridorlarında umudu arayan annelerin elinden ne zaman tutacağız? Rüşvet, hukuksuzluk, faiz, nepotizm gibi bu toplumu ilgilendiren konuları, sonuçlardan çok sebepleri ne zaman konuşacağız? Hep edebiyat yapabiliriz, hep çiçeklerden, böceklerden bahsedebiliriz fakat toz pembe hayatların arkasında unutulan gerçekleri yazmayacaksak, kalem hakikati yüceltmeyi kendisine ödev bilmeyecekse niçin var? 

İnsan vücudu herhangi bir virüsle karşılaştığında organlar arasında ayrım yapmadan topyekûn bir mücadeleye başlıyor. Her sistem kendi içerisinde yaşanan problemleri otokontrol yöntemiyle çözüyor. DNA sarmalında ne vakit bir bozulma yaşansa onarım merkezi devreye giriyor. Peki ya biz? Nerede kalbimizde her ân büyümesi gereken merhamet çınarı? Kim onaracak bu toplumun yaralarını?  

Cevabı ikiz kardeşimiz olan vahyin öğretilerinde arayalım. Yeni yılda her şeyden önce insan olarak hakikat gibi bir derdimiz varsa, yarınları merhametle inşa etmeye talipsek yitik değerlerimizi aramaya, bulmaya, birbirimizin yurdu olmaya devam edelim. Teselli olsun Ali İmran/104: 

“İçinizden sizi iyi ve yararlı olana çağıran, kötü ve yanlış olandan sakındıran bir topluluk çıkar. İşte onlar, evet onlardır sonsuz mutluluğa erenler..”