İbn-i Haldun’un meşhur tespitidir, coğrafyanın kader olduğu; kaderin tecelli ve cilvelerinin coğrafyadan bağımsız olmadığı ve dahası coğrafyada bulunmanın da kaderden olduğu, yaşananların da yaşanacakların da coğrafyadan bağımsız olmadığı…

İşte öylesine bir coğrafyadayız; iki arada bir derede, bir derin vadide, sarp yamaçlar kenarında, derin uçurumlar dibinde. Kervanların yolları üstünde, kısa süreli konaklamaların ve uzun süreli ikametlerin uğrak noktasında. Eşkiyaların pusu için en uygun olarak seçtiği, geçilmeden olmayan ama geçilemeyen yarların yurdunda, konulmadan geçilemeyen güzellikler coğrafyasındayız.

Tarihin ana sahnesinde, perdenin tam ortasında, senaryonun baş rolünde, seyretmenin en zor yerinde, müdahil olmanın ağır yükünde ve tam da bir kadim kader tiyatrosunun tozlarının uçuştuğu seansta, rolü olanların oynamamak, seyircilerin oynamak istediği bir bölümde, perdenin hiç kapanmadığı bir coğrafyadayız.

Doğu ile batı arasında bir yerde, serçe ile karga yürüyüşünün en zor ayırt edildiği engebeli yollarda, uçmayı bilenlerle kaçmayı bilenlerin kapıştığı bir hengamede, dost ile düşmanın karıştığı bir muammada, yolların ve kaderlerin kesiştiği ama kederlerin kesişmediği bir devirde, sınırların elle çizildiği ama gönüllerin sınır tanımadığı gerçeğinde, asılların yittiği ama nesillerin aslını bulamadığı zamanlarda, yerin ayaklar altından kaydığı bir coğrafyadayız.

Batının dost olmadığı ama doğunun da dostluğundan emin olunamadığı, dostların uzak tutulup düşmanların yakınlaştırıldığı, dostun dost kalmayıp düşmanların da dost olmadığı, kafaların karışıp gönüllerin buruştuğu bir demde, şehit kabirlerinin üstlerinde kıyamet alameti türünden şehirlerin kurulduğu bir coğrafyadayız.

Geliştirmemiz, sinemize yerleştirmemiz ve nesillerimize aktarmamız gereken bilinç; batının devlet aklının ve yetiştirdiği nesillerin kültürel kodlarının bize "dost" olmadığı, hayatı ve dünyayı bu gerçekle okuma zorunluluğu, buna göre ve buna rağmen yaşama mecburiyetidir.

Batı dediğimiz şeyin, kendini İslam’a ve ona mensup olanlara düşmanlıkla var eden ve varlığını bizim topraklarımızı sömürerek, nesillerimizin kanlarını içerek devam ettiren, sömürgeci ve zalim ama çoğunlukla batıl bir Hristiyanlık anlayışı formatında ortaya çıkan ve çalışan, bazen de bizzat ‘haçlı’ ruhu ile hareket eden bir batılı vicdansız ve ruhsuz, vahşi fikri ve eylemi kast ettiğimi özellikle belirtmem gerekiyor.

Merak etmeyin, ‘haçlı’ dediğimizde kimi ve neyi kast ettiğimizi, “mü’minlere sevgi ile bakan Hristiyanlar” da anlayacaklardır. Tarihin hiçte unutulmayan bir yerinde ‘haçlı’ sürülerinin talanına uğrayan Hristiyan az değildir.

Doğunun bizden olduğundan emin olamadığımızı, sırtımızı dayadıklarımızdan gözümüzü alamadığımızı, elimizde kalan sonsuz ve sınırsız cephane olarak iyilik ve adalet erdemini asla bırakamayacağımızı benliğimize, senliğimize, bizliğimize kazımamız gerektiği gerçeğini, gün ışığı gibi yanımızdan ayırmama, gece karanlığında gözlerimizle değil gönüllerimizle görme yetisi kazanma mahkumiyetimizi unutmama zaruretidir.

Dostluğun ve düşmanlığın, vefanın ve hıyanetin, insanlığın ve hayvanlığın, adaletin ve zulmün neresinde ve hangi formunda olursa olsun fıtrattan nasibi olanın ibadetlerin, ibadethanelerin ve ezanın mukaddesiyetine hürmet etmekten başka bir seçeneği olmadığını unutturmamak mecburiyetindeyiz.

Dünya kurulalı beri, fıtratı bozulmamış tüm insanlar ve fıtrat dini İslam'a mensup olan her mü'min için; mabetler yani havralar, kiliseler ve camiler masundur, korunmuştur, dokunulmazdır.

Bizim kendimiz ve bütün insanlığa va’dimiz çok net ve kısadır:

İnsanların canı, malı, nesli, aklı ve dini emin olmalıdır.

Sınırlarımız bunlardır ve bunların aşılmasına izin vermeyiz, veremeyiz. Verirsek biteriz. Biz kalmayız, biz olamayız…