Kendi devrimizde sadece konvansiyonel savaşlar bitmedi. Dinlerin, ideolojilerin... fikre ve bunun mahsullerinden olan münazaraya dayalı karşılaşmaları da bitti.

Artık semboller ve işaretler devrindeyiz, savaşlar bunlar üzerinden sürüyor. Bir dini veya ideolojiyi temsil eden bir sembole karşı sevgimizi veya nefretimizi, küçücük bir işaretle dile getirivermemiz mümkün olduğu gibi, yine her şeyin anında görünürlüğe tahvil edildiği şu medyatik ortamda, bir sembol üzerinden hayranlığımızı, hakaretimizi anında ifade etmeniz de mümkün. Örneğin, İslam adına bir hilale, Hristiyanlık adına bir haça, Yahudilik adına bir Davud yıldızına dair yaptığımız rasgele bir işaret bile, kendi düşünsel konumumuzun ve tepkimizin düzeyini ele vermeye yeterli oluyor.

Hal böyle olunca, mezkur temsil, sahiplik ya da aidiyet üzerinden, kimi insanların isimleri de değerli kılmanın ya da değersizleştirmenin nesnesi haline gelebiliyor.

Değer ölçüye tabidir ama bu ölçünün özelliği rakamsal, oransal planda ölçülmesi mümkün olmayanın ölçüsü olmasıdır. Bundandır ki, kimi isimler de semboller savaşında bir gücün, bir başarının değeri olarak sunulurken, tersinden bir değersizliğin belgesi olarak da sunulabiliyor.

Bunun ürettiği asıl sorun ise, talibi az olan kimi değerlerin birilerine yanlış nispet edilmesiyle bir kavram kargaşasına neden olunması ve böylece hem nispetin yanlışlığı nedeniyle değerin kendisinde, hem de nispet edilenin hakkına karşı hakkaniyette bir aşınmanın meydana getirilmesidir. Zira, akıl ve ilim yönünden birini kendi vasatının üstünde bir şeyle nitelemek ona haksızlık etmek olacağı gibi, onu kendi vasatının altında bir şeyle nitelemek de yine ona karşı haksızlığa dönüşebilmektedir.

Bu hususa dair sıcak bir örneği, vefatları Mayıs ve Haziran aylarına denk gelen kimi merhum yazarların, şairlerin, gazetecilerin sosyal medyadaki sunulma tarzı üzerinden verebilirim.

Orada, münevver oluşu nedeniyle değil, şairliği nedeniyle münevverliği hak etmiş biri mütefekkir olarak takdim edilirken, kendi halinde mütefekkir olan biri arifmiş, sıradan bir televizyon vaizi olan biri de bir bilgeymiş gibi, çok rahatça takdim edilebiliyor.

Bu takdimden asıl maksat, yazımın başında dile getirdiğim olguyu gözetmektir. Sözüm ona mütefekkir, münevver, arif ve bilge sayısının çokluğuyla övünmek, karşı mahallenin bunlardan yana yoksunluğunu ifade etmek anlamına gelmekle kalmıyor dolayısıyla bir savaş (belki cihat) başarısına hamledilebiliyor. Oysa ki, buna neden olan söz konusu yanlış nispet, sevgide aşırılık, slogancılıkta fahişlik... aynı zamanda ilgili değerlerden yoksunluğun, fikir ve eylem planındaki düşkünlüğün dayanıksız bir kamuflajı olmaktan öteye geçemiyor.

Bu durumda, semboller savaşının doğruluğu ve kıran kırana sürüyor olma gerçeği karşısında, yukarıda belirttiğimiz nedenlerle ciddi bir yanlışa düşüyoruz demektir. İlgili savaşta güçlü ve başarılı olmanın yolu bu yanlışlığın giderilmesine bağlıdır ki, bu da fikri varlıklarıyla ya da miraslarıyla değerli saydığımız kişilerle ilgili kavramları yerli yerinde kullanmamızı zorunlu kılmaktadır. Bunun yolu ise, yerli yersiz kullanılması nedeniyle asıl içerikleri bulandırılmış olan mütefekkir, münevver, arif, bilge ve aydın mefhumlarını yerli yerine oturtmakla mümkün olsa gerektir.

Malum olduğu üzere, Arapça fkr kökünden gelen mütefekkir, tefekkür eden yani derin düşünen demektir.

Her tefekkür, taakkulü / akletmeyi; taarfufu ve ta’limi / öğrenmeyi; tahkiki / gerçeği araştırmayı; tahsili / bilgiyi ele geçirmeyi; tahayyürü / hayrete düşmeyi; taksimi / bölümlemeyi, takyidi / kayıt ve şarta bağlamayı; tedebbürü / bir şeyin hakikatini düşünmeyi; tefattunu / kavramayı, teferrüsü / ferasetle anlamayı; talakatı / güzel konuşmayı; tecessüsü / derin almayı; tefehhümü / idrak etmeyi; tefevvuku / farkında olmayı, tefhimi / fehmettirmeyi, anlatmayı; tavazzuhu / vazıh hale getirmeyi; tefriki / ayırmayı, seçmeyi; tafazzulü / faziletli olmayı; tahaffuzu / kendini muhafaza etmeyi; tahalluku / ahlaklanmayı; tahsini / güzelleştirmeyi, tasarrufu / idare etmeyi... ihtiva ettiği gibi, kendisini bunlarla donatan her mütefekkirin de bilginin kesbinde sürekli mahir ve bu yönde bir gayret içinde olması gerekir.

Bir mütefekkir, “Doğrusu insanın sa’yinden başkası kendinin değil”dir mealindeki ilahi hükmü en fazla gözetendir; bu uğurda, zikrettiğimiz donanımın devamında ya da onun bir gereği olarak, hayatın dispozitifine mahsus yeni paradigmayla yeni meslek, meşrep, tarik ihdas edebilendir.