Otuz ikinci Osmanlı padişahı (D. 7 Şubat 1830, İstanbul - Ö. 4 Haziran 1876, İstanbul). Sultan III. Mahmud ile Pertevniyal Valide Sultan’nın oğlu, Sultan Abdülmecid’in kardeşidir. Abdülmecid’in ölümü üzerine 25 Haziran l86l tarihinde, 31 yaşında tahta çıkmıştır. Fiziki olarak güçlü, sağlıklı ve gösterişli; karakter olarak zeki, hoşgörülü ve vakar sahibi bir insandı. Ayrıca ustalıkla ata bindiği, silah kullandığı, cirit attığı, avlanmayı ve güreşmeyi sevdiği de bilinmektedir. Abdülaziz şehzadeliği döneminde serbest bir yaşam sürmüş ve annesi tarafından itinalı bir eğitim almıştır.
Arapça ve Farsça’yı iyi derecede bildiği, Arapça bir risale yazdığı hattının (güzel yazı) başarılı olduğu ifade edilmektedir. Müzik ile de ilgilenmiş, ney ve lavta çalmıştır. Müzisyen yönüyle de bestekâr sultanlar arasına adını yazdırmıştır. Hicazkâr ve Şehrân makamlarında çok güzel besteler vermiş, hatta padişah olunca, Abdülmecid’in kurduğu saray orkestra ve bandolarını kaldırarak yerine Türk musikisi saz takımını koydurmuştur. Opera yerine orta oyununu destekleyerek adeta Batılı yanının hiç olmadığını, millî kültürü savunduğunu göstermek istemişti.
Sultan Abdülaziz, batılı ülkelerin devam eden baskıları doğrultusunda Tanzimat’la birlikte hızlanan her alanda Batılılaşma çalışmalarını, bir dizi reform ile sürdürdü. Avrupalılara bu yönelişi göstermek için de muhafazakârların sevmediği, yenilikçi Keçecizâde Fuat Paşa’yı sadrazamlığa getirdi (1861). Reformcu siyasetini, birbiri arkasından sadrazamlığa atadığı Fuat ve Âli paşalarla sürdürdü.
Kaynaklarda, Sultan Abdülaziz’in pek çok özelliğinin özellikle Mısır ve Avrupa gezilerinden sonra değiştiği belirtilmektedir. Önceleri oldukça dindar, hatta İngiliz Elçisi Canning’in ifadesiyle “geri kafalı ve muhafazakâr” olarak nitelendirilen padişah, Mısır sarayında katıldığı eğlenceli yemeklerden ve Avrupa gezisi sırasında gördüğü ihtişamlı sosyete yaşantısından etkilenerek oldukça savurgan, Batılıların tüm telkinlerine açık bir Batı taklitçisi padişah kimliğine büründü.
Abdülaziz’in tahta çıktığı günlerde Osmanlı İmparatorluğu büyük bir buhran ile karşı karşıyaydı. 1861 yılının sonlarında Osmanlı kâğıt parası “kaime”ler, büyük oranda değer yitirmiş ve piyasada kabul edilmemeye başlamıştı. Bu nedenle halk temel gıda maddelerini bile sağlayamaz duruma gelmişti. Sultan Abdülaziz ise bu soruna duyarlılık göstermiş ve hükümetten mali buhranın önlenmesini istemiştir. Hatta saray masraflarını kısarak, bu yöndeki katkısını ve ciddiyetini göstermişti. İlk zamanlarda kendi tahsisatından bile kısıtlama istemiş, harem kurmayacağını ifade ederek, diğer memurlara örnek olmuştu. Bu doğrultuda memur sayısında azaltmaya giderek gerekli tasarruf önlemlerine katkıda bulunmuştu. Bu uygulamalara özen göstermediği için Sadrazam Ali Paşa görevden alınarak yerine Keçecizade Fuat Paşa’yı atamıştı. Ancak ne padişah ne de diğer devlet adamları başlangıçtaki taahhütlerine sonraları uymamışlardır. Bu itibarla, Sultan Abdülaziz, iyi niyetle işe başlamış ise de çevresindeki devlet adamlarının yanlış davranış ve tutumları yüzünden özellikle 1871 yılından sonra iyice gözden düşmüştür.
Abdülaziz’in döneminde mali yapının yeterince güçlendirilememesinin önemli bir nedeni de askeri ıslahatlara (yeniliklere) çok para harcanmasıdır. Abdülaziz, Avrupa gezisinde ortaya çıkan değişiklikleri iyi değerlendirmiş ve Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne karşı serbest kaldığını görerek önlemler almak gereği duymuştu. Bu nedenle Rusya'ya karşı kuvvetli bir askeri güce sahip olmak için ne gerekiyorsa yapılmasını emretti ve bu uğurda adeta bir hazine harcadı. Abdülaziz kara ve deniz ordusu için Avrupa’dan modern silahlar satın aldırdı. Boğazları Rus tehlikesine karşı büyük çaplı toplarla güçlendirdi.
Islahatçı bir Sultan olan Abdülaziz’in en büyük eseri yaptırdığı donanmadır. Abdülaziz, üç tarafı denizle çevrili, üç denizde hakimiyet süren bir devletin donanmasına duyulan büyük ihtiyaca binaen saltanatı döneminde 25 zırhlı gemi de dahil,180 parçalık bir donanma yaptırmıştır.
Mekteb-i Harbiye’yi Prusya’dan getirttiği uzmanlarla yeni bir düzene soktu (l866). Asker alma ve askeri teşkilatlanma kanunları yeniden düzenlendi ve kura sistemi yeniden uygulamaya konuldu. Askeri rüştiyeler (ortaokullar) açıldı. Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı)’ne önem verilerek büyük ve bağımsız kışlalar yapıldı. Tersanelerde yapılamayan zırhlı gemiler İngiltere’den satın alındı. Deniz subayı yetiştirmek için İngiliz Hubart Paşa, Mekteb-i Bahriye (Deniz Harb Okulu)’ye atandı. Bahriye Nezareti (Deniz Bakanlığı) kuruldu.
Abdülaziz döneminde bayındırlık çalışmaları da yoğunlaşmış, 1000 kilometreye yakın demiryolu yapılmıştır. Paris İstanbul hattının yapılması da Avusturyalı Baron Hirsch’e verilmiş, 1874 yılında Sofya-İstanbul arası hizmete açılmıştı. Karayolları yapımı da onun zamanında önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Abdülaziz döneminin belki de en göz kamaştırıcı başarılarından birisi telgraf ağının yaygınlaştırılmasıdır. Yine ilk kez Tuna ve Dicle’de gemi işletilmesi girişimini başlatmıştır. Limanlara da yine bu dönemde olağanüstü bir önem verilmiştir.
Eğitim ve öğretime de ağırlık veren padişah, 1862’de Mekteb-i Mahrec-i Aklâm adlı bir meslek okulunu hizmete açtırmış ve devlet dairelerine kâtipler yetiştirilmesini sağlamıştır. Bu okul 1864 yılında dil okuluna dönüşmüştür. Aynı zamanda eğitim ve öğretim hizmetleri din ve ırk farkı gözetilmeksizin yaygınlaştırılmaya çalışılmış, 1867 yılından itibaren Hıristiyan çocukları da, Türkçe sınavından geçmek koşuluyla, rüştiyelere alınmaya başlanmıştı. Ancak yine bu dönem aynı zamanda misyoner okullarının Osmanlı topraklarında yaygınlaştığı bir dönemdir. Benzeri okulların çoğalması ise eğitimde bir kargaşa doğurmuş, bunun yanında misyoner okullarına karşı yerli eğitim yetersiz kalmıştı. Eğitim kurumları arasında eşgüdümü sağlamak amacıyla Meclis-i Kebir-i Maarif kurulmuş, daha sonra da 1870’de Maarifi Umumiye Nizamnamesi yayınlanmıştır. Bu nizamname ile ilköğretim mecburi duruma getirilerek, eğitimin yaygınlaştırılmasına çalışılmış, bir taraftan da eğitim kadrolarının nitelikli duruma getirilmesi amaçlanmıştır. Telif ve tercüme nizamnamesinin yayınlanması ve ilk kez öğretmen okulunun açılması da bu yıl içerisinde olmuştu. 1870’de Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) kuruldu.
Abdülaziz döneminde yönetim ve hukuk alanlarında önemli çalışmalar yapılarak ve yeni yasalar çıkarılmıştır. Vilayet kanunu çıkarılmış ve Osmanlı idari yapısı eyaletten vilayete dönüştürülerek köklü bir değişime uğramıştır. Daha sonra yeni vilayet kanununa göre vilayet meclisleri oluşturulmuş ve bu meclislere çoğu seçimle gelen üyeler girerek, halkın yönetime katılımı sağlanmıştır. Vilayetlerde Nizamiye Mahkemeleri kurulmuş, asıl önemlisi, 1868’de Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye (İdare Mahkemesi), Şurâ-yı Devlet (Danıştay) ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliye (Yargıtay) ayrılarak yönetsel ve adli işler birbirinden bağımsızlaştırılmış ve dolayısıyla yargı bağımsızlığı konusunda önemli bir adım atılmış oldu. Özellikle Şura-yı Devlet bu anlamda önemli bir kurumdu ve 10 Mayıs 1868 tarihinde bizzat padişah tarafından açılmıştı. Her iki kurum da Osmanlı Tanzimat döneminin çerçevesi içerisinde çok anlamlıydı. Çünkü gerek Tanzimat, gerekse de Islahat Fermanı yabancılara ve gayrimüslimlere verilen imtiyazlarla devletin hukuk sistemini parçalarken, bu iki kurum merkezileşmeyi ve hukuk birliğini sağlıyordu. Bu dönemde Medeni Kanun’a hazırlık olmak üzere bir komisyon ise de Batı hukukunu örnek alan bu komisyonun çalışmaları yerine daha sonra İslam hukuku çerçevesinde çalışmalar yürüten Mecelle Cemiyeti etkili olmuştur.
Abdülaziz döneminde ticaretin gelişmesi ve sermaye girişinin sağlanması için de kimi hukuki düzenlemeler yapılmış, yabancılara ülkede mülk edinme hakkı verilmesi ve tarım kredi sistemleri kurarak çiftçileri desteklemek amacıyla “memleket sandıkları” ile Emniyet Sandığı’nın kurulması da önemli adımlardı. 1863 yılında Osmanlı Bankası da bu amaçla kurdurulmuştur. Yurtdışında açılan sanayi fuarlarına Osmanlılar ilk kez yine Abdülaziz döneminde katılmışlardır. Batı sermayesinin Abdülaziz döneminde Osmanlı Devleti’ne bir başka girişi de borçlar yoluyla olmuştur. Devlet askeri ve idari düzenlemeler için yeterli olmayan parayı, borç olarak sağlama yolunu seçmişti.
Bu arada şunu da belirtmelidir ki, artık önceki dönemlerde iç isyan olarak değerlendirilen pek çok olay uluslararası bir soruna dönüşmüştü. Bu nedenle Karadağ isyanı, Sırp isyanı, Girit isyanı gibi pek çok isyan dış ilişkiler çerçevesinde incelenebilir. Abdülaziz döneminin bu siyasi olayları arasında en önemlilerinin Karadağ ve Sırp isyanları olduğunu söyleyebiliriz. 1789 Fransız Devrimi sonrasında Avrupa ve özellikle Osmanlı, Balkanlarında yayılan milliyetçilik akımının ateşlemesiyle ve Avrupa ülkelerinin desteklemesiyle büyüyen Karadağ isyanı, Abdülaziz döneminden önce başlamış, bir protokol ile sonuçlandırılmış (1858), fakat Hersek isyanı sırasında Karadağ’ın isyancılara el altından yardım etmesi yüzünden yeniden alevlenmişti. Ancak Abdülaziz’in ilk yıllarındaki Karadağ isyanı Batılıların müdahale etmemesi sonucunda daha etkili ve kolay bastırılabilmiştir.
Bir başka isyan ise Hersek isyanıdır. Hıristiyan köylülerin büyük toprak sahiplerine karşı tepkileri ve vergi vermek istememeleri ile başlayan isyan, Rusya ve Avusturya’ya karşı olan Macarların kışkırtmalarıyla kısa zamanda yayılmıştır. 1875 yılının sonlarında, devlet isyanı bu kez kimi imtiyazlar vaat eden bir ferman yayınlayarak bastırmak istediyse de bu girişimlerine olumlu karşılık bulamadı. Duruma İngiltere, Fransa, Rusya gibi devletler müdahale ederek İstanbul’a bir nota verdiler. Bu notayı İstanbul’un kabul etmesine karşın, Rusya’nın kışkırtması yüzünden isyan durmadığı gibi, Sırbistan ve Bulgaristan’a da sıçradı (1876). Selanik’te Fransız ve Alman konsoloslarının öldürülmesi, isyanın Osmanlı kontrolünden çıkmasına ve büyük devletlerin müdahalesine yolaçtı. Almanya, Avusturya ve Rusya’nın ortakça hazırladıkları Berlin Memorandumu İstanbul’a iletilmek üzereyken Abdülaziz tahttan indirildi.
Abdülaziz dönemindeki önemli isyan olaylarından birisi de yine aynı bölgedeki Sırbistan İsyanıdır. Karadağ’da isyanları destekleyen Sırplar, aslında 1860’lı yıllarda Büyük Sırbistan Krallığı’nı kurmak düşüncesindeydiler. Rusya ve Fransa tarafından desteklenmeleri isyanların kontrol altına alınmasını olanaksızlaştırdı. Nitekim 1861 yılında Sırplar, Türk askerleriyle birlikte Türk halkını da Sırbistan’dan çıkarmak için harekete geçmiş, 1862 yılında ise Belgrad üzerine yürümüşlerdi. Avrupa devletleri bu gelişme üzerine eyleme geçerek Osmanlı Devleti’ne İstanbul Protokolü’nü dikte ettirdiler. Buna göre, Osmanlı Devleti Sırbistan’daki kimi kalelerden askerlerini çekiyor, bölgedeki (Belgrad ve birkaç kale hariç) Türklerin çıkarılmasını kabul ediyordu.
Sultan Abdülaziz’in Avrupa gezisinden sonra yaşanan ve Avrupalılarla iyi ilişkiler kurulması için tavizler vermeye dayanan, Osmanlının bu yanlış politikası Girit’in de isyanlarla sarsılmasına yolaçtı. 1867’de Girit’in Yunanistan’a bağlanması şimdilik reddedilmiş ve Girit’in özel bir statüye kavuşturulmasıyla ortam yatıştırılabilmişti.
Sultan Abdülaziz, 30 Mayıs 1876 darbesi ile tahttan indirildi. Gözaltında tutulduğu Feriye Saraylarında 4 Haziran 1876 günü bilekleri kesilmiş olarak ölü bulunmuştur.