Dostlarımız yeni rektörünün atanması üzerine Boğaziçi Üniversitesinde baş gösteren protestoları nasıl değerlendirdiğimi soruyorlar. 

Ben de soruya soruyla karşılık veriyorum: Protestolarda gerçek üniversite problemleri, eğitim ve araştırmanın meseleleri gündeme geliyor mu?    

Hayır ! 

Protestolarda “bu  rektörü istemeyiz” dışında bir şey duymuyorsunuz.   

Üniversitenin temel ve asıl problemi rektör atama meselesi değil ki…  
Bir de seçimle rektör belirlenmesi sistemine tekrar dönülsün deniyor. 

Seçim yolu ile rektör belirlenmesi, topluma örnek olması gereken üniversitelerde   kutuplaşmalara   ve kırgınlıklara yol açıyordu. Üniversiteleri problemlerin merkezi haline getiriyordu.         
Üniversitede rektör,  önce  kalkınma, gelişme  ve yenilikle buluşmada  topluma/sanayiye karşı sorumlu, sonra da iyi bir eğitim vaadi  ile öğrenciye karşı sorumlu  bulunmaktadır. Aynı zamanda akademisyenleri de denetleyen makamdır.  Beni  denetleyecek kişiyi benim seçmem  ne derece doğru bir yoldur?      

Peki Üniversitelerde  rektör seçimi nasıl olmalı?  

Üniversite yönetiminin nasıl kurgulanması gerektiğine dair düşüncelerimi bir çok defa   yazılarımda ifade ettim. Üniversite, öğrenciler  sadece diploma veren kurumlar haline  gelmişse bunun bir nedeni var: Üniversiteyi topluma ve öğrenciye bağlı kılacak unsurlar yeterli değil. 

Asıl bizim sesimizi yükselteceğimiz hatta bağıracağız yer burası olmalı. Üniversiteleri niçin topluma sınai, iktisadi ve kültürel olarak öncü olamıyor?  

Üniversite  yönetimini halka bağlayacak ve ona karşı sorumlu kılacak unsurlar olmalı.   Üniversitelerin  doğru bir mütevelli heyet eli ile idare edilebilir. Mütevelli heyetini    O bölgenin/ilin sanayi ticaret odası başkanları,  o bölgenin devlet temsilcileri olan vali ile belediye başkanları, MEB müdürler ve diğer halkın temsilcileri teşkil etmeli. Hatta  STK’yı   temsilen üyeler yer alabilmeli.  

Mütevelli heyetinde tabi ki üniversite hocaları da temsil edilmeli.  Ancak bu  temsil oranı  belli bir yüzdeyi geçmemeli. Ayrıca öğrenci temsilcilerinin de rektör belirlenmesinde bir yeri olmalı ki rektör kendisini öğrencilere karşı   sorumlu hissetsin. 

Üniversitede sorunu deyince   rektörlerimiz seçimle iş başına gelsin diyorlar.  Bizim oylarımızla seçilen rektörün   denetlemesi mümkün olabilir mi? Batıda da doğuda da elit  ve seçkin görünen üniversitelerde uygulanan  yöntem  değildir seçim yöntemi [*].

Üniversiteler, kitleleri ardından sürükleyen felsefi ve siyasi düşüncelerin, bilimsel ve teknolojik yeniliklerin üretildiği, eleştirildiği, yanlışlandığı veya reddedildiği mekanlardır. 

Üniversiteler değişimin taşıyıcısıdır.   

Boğaziçi Üniversitesi böyle bir üniversite midir?

Böyle olmasını temenni ederiz elbette. Ancak, ülkemizdeki YÖK sistemi ile tarif edilen çapta ve vasıfta doğru bir üniversite yapısı ortaya çıkmıyor. Sorunun kaynağı Milli ve Yerli üniversite  modelimiz olmamasıdır. Bilim ve teknoloji evrenseldir, ancak hedefleri milli olmak zorundadır. Bizim geçmişte bin yıllık üniversite ve eğitim  tecrübelerimiz var. Bu tecrübeleri bir kenara bırakarak “büyük” olamayız. “Büyük düşünmek” için önce  “kimlik kazanmanız” gerekiyor. Kendi üniversitenizi inşa etmelisiniz. Kendi  yerli üniversite modeliniz ve kendi eğitim sisteminiz nerede?  

Ortaçağda bilimin kurucuları bizim eğitim kurumlarımızdan çıkmıştı. Avrupa’ya bilim bizden gitmişti. Dünyanın bir numaralı bilim tarihçisi Fuat Sezgin’in çalışmalarından haberimiz varsa bu gerçekleri oradan da  öğrenebiliriz.   

YÖK’ün ortaya koyduğu    üniversite geleneği ile  elit ve seçkin bir üniversite haline gelmeniz mümkün olmuyor. Olsanız da özde değil “sözde” oluyorsunuz. Kendi milli üniversitemizin önünde en büyük engelin 2547 sayılı YÖK yasası olduğunu düşünüyorum. Mevcut YÖK yasasının   1980 ihtilal anayasasının ürünü olduğunu unutmayalım. Üniversiteleri tek tipleştiren ve toplumdan koparan bu yasa ile Dünyada ilk 100 üniversite hatta 300’e arasına bile girmeniz mümkün olmuyor. 

Ben bu tür üniversite sıralamalarını da esasen suni ve maksatlı görüyorum. Bu sıralama sistemlerini sorgulamamız gerekiyor. Belli bir amacı  yönlendirme olduğunu söyleyebilirim. 
Peki Boğaziçi protestocularının gündeminde olmayan asıl üniversite (bilim araştırma) problemleri neler? 

Şimdi üniversitenin gerçek sorunlarına  gelelim

ÜNİVERSİTELERE HEDEF VE ARAŞTIRMAYA YÖN VERİLMELİ.

Bilim politikası ve hedef olmayınca üniversitelerde çok değerli buluşlar yapılsa da bu buluş ve gelişmeler üretime dönüşememektedir. Bunlar tezlerde kalmaktadır. Ya da yabancı dilde yapılan yayınlara dönüştürüldüğünden, bu sonuçlar ABD ve Avrupa (Çin, Japonya; Kore …) bilimi uygulamaya dönüştürmeyi bilen ülkeleirn işine yaramaktadır. Yani üniversitelerimiz ABD ve Avrupa’nın bir “taşeronu” gibi çalıştırılmaktadır.  

Ülkemizde sanayicilerin araştırma - geliştirme amacıyla üniversitelere müracaat etmesi için nasıl bir yapı gerekli?

Bunun için öncelikle  ülkemizin  hükümeti/bürokrasiyi ve üniversiteleri bağlayan bilim ve araştırma öncelikleri (bilim politikası) belirlenmesi gerekir. Bilim politikasının belirlenmesi yeterli olmamaktadır. Hayata geçirilmesi için gerekli tedbirlerin de  alınması gerekiyor.  

Hedef olacak önce. Sonra koruma ve teşvik bulunacak. Üniversite o takdirde rastgele konularda araştırma yapmak zorunda kalmayacak. Sanayici de hangi sanayi dallarına yöneleceğini bilecek.

Bilim politikaları hazırlarken, çıkış noktaları neler olacak? 

Türkiye, öncelikle iddialı olacağı alanları belirlemelidir. Örneğin kimya alanında (özellikle sentez, organik, biyokimya) büyük potansiyel var ülkemizde. İkinci iddialı olacağımız alan tarımdır. Özellikle organik tarım ve gıda sanayi. Avrupa’nın toplam gıda potansiyeli bir trilyon dolar kadar.  Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasların toplam gıda pazar büyüklüğü bir buçuk trilyon dolar kadar. Türkiye şimdiye kadar çoğu kere yanlış yöne baktı. Ülkemizin çevresi fırsatlarla dolu. 
Tarımda yapılan yanlışlıklar, politikasızlıklar akıl almaz boyuttadır.  Örneğin Türkiye’nin yurt  dışından   hayvan , saman ithal etmesi,  mercimek ithal etmesi   büyük bir talihsizlik olmaktadır.  

Ziraatla uğraşan bir aileye mensup olmam vesilesi ile bu alanda yapılan yanlışlıkları, çiftçilerin ve tarım sektörünün mağduriyetlerini yakından görme şansım oluyor.
Kimya ve biyokimya ülkemizin kalkınmada anahtar noktalarından ikisi. Türkiye ilaç ve kimyasal maddenin yüzde 90 kadarını dışarıdan temin ediyor. Bugün kimya sanayiine yön verilse, güdümlü projelere geçilse  dışarıdan aldığımız çoğu ilacı ve kimyasal maddeyi, çözücüleri; temizlik, gıda katkı maddelerini vb. kendimiz yapabiliriz.  
Halbuki kimyasal, biyokimyasal çoğu maddeyi dışarıdan aldığımızdan kimyagerler ve biyologlar iş bulamamaktadır.  

Bilime dayanmayan ve dışarı ile rekabet edemeyen kopya kimya endüstrilerinin var olması bizi yanıltmamalı. 
Sanayide yetkin doktoralı AR-GE personeli dönemi başlarsa, o zaman tohumunu da, ilacını da, kimyevi maddelerini de Amerikalı veya Batı’lı Monsanto, DuPont, Sygenta, Novartis, Roche, Bayer, Glaxo, Pfizer gibi şirketlerden değil; kendi şirketlerimizden temin etme yolu açılır. 
O takdirde Facebook, Instagram, Twitter, Google, Android, Youtube, Oracle, Dell, Microsoft, IBM, HP, Sun, AT&T, Cisco, Lucent, Apple, Intel, AMD, Zebra, Symbol gibi Amerikan markaları yerine yerli alternatifler oluşmaya başlar.    

Doktora sonrası  çalışmalar içinAlmanya’da uzun süre kaldığım.   Mesela kimya, biyoloji ve fizik gibi temel bilim bölümlerini bitirenlerin büyük çoğunluğu doktoralı. 
Doktoralı elemanların tamamına yakını sanayide istihdam edilmektedir. Almanya’nın kimya sanayiinde güçlü olmasının arkasında işte bu kimyacı araştırmacı ordusu vardır. Avrupa ülkelerinde tek bir ilaç firması bile on binlerce araştırmacı çalıştırıyor.   

Bilim politika ve stratejilerini oluşturmak istediğimizde işe nereden başlayacağız?   

Öncelikle yapılması gereken Türkiye için kritik olan araştırma önceliklerinin belirlenmesidir. Mesela ülke dışından aldıklarımızın Türkiye’de üretilmesi araştırma önceliklerimizdendir.  
Araştırma önceliklerini belirledik. Sonra? Bu öncelikler ilan edilir. Bu vatandaşa mesajdır. Dünya nerede biz neredeyiz? O zaman üniversitelere, TÜBİTAK gibi araştırmaları destekleyen ve yönlendiren kurumlara misyon havası gelir.

Misyon, yani hedef ve araştırma amaçları aşağıdan yukarı doğru süzüle süzüle yükselmelidir.  İlgili toplum tabakalarını çözümün bir parçası haline getiren -aşağıdan yukarı yükselen- bu çözüm anlayışı gerçek demokrasinin uygulanmasıdır.  

O zaman, herkes önceliklere ve hedefe sahip çıkacaktır. Akademisyenler de böylece yönlendirilmiş olacak; devletin kaynakları da belirlenen hedef ve misyon doğrultusunda kullanılmaya başlanacaktır.

İlgili kesimleri bağlayan bilim ve araştırma politika ve stratejileri, sanayicilerimizi hangi alana yatırım yapacakları konusunda yaşadıkları belirsizlikten kurtaracaktır. Üniversiteleri de “amaçsız ve işe yaramayan araştırmalarla” uğraşmaktan vazgeçirecektir.

Ismarlama hazırlanan bilim politikalarının akıbetini biliyoruz (örneğin vizyon 2023). Vizyon 2023 ilgililerin katılımı olmadan (tabandan tavana yükselmeyen) bir bilim politikaları hazırlama örneğidir. Bu yüzden toplum ve sanayi gerçeklerinden kopuk bir şekilde hazırlanan öncelik olarak ileri sürülen onlarca ve hatta yüzlerce araştırma öncelikleri çöle düşen yağmur gibi etkisiz kalmaktadır.  
TÜBİTAK tarafından oluşturulan bu bilim ve araştırma öncelikleri ilgili kurumları bağlayan yaptırımları taşımadığından, hedefler kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm olmaktadır. Bunun en bariz örneği, TÜBİTAK, DPT ve üniversite projelerine destekler verilirken bile, bu önceliklerin dikkate alınmamasıdır.

Bu yanlışlığın önünü nasıl kapatabiliriz?

YÖK hala hocalara ders başına para vererek, onları bir lise öğretmeni seviyesinde gördüğünü belli ediyor. Ders ücretli eğitim sistemine derhal son verilmelidir. 
Şöyle azıcık kafamızı kaldırıp dünyanın bu işi nasıl yaptığına baksak ne denli bir yanlışlığın içinde olduğumuzu görebiliriz.   

Doktora ve master yaptıran her araştırmacı hocanın aldığı fonların bir kısmı öğrencileri “destekler”. Onların yeme, içme ve ders paralarını o fondan karşılar. Bu fonlarda müthiş paralar döner ve o fonları almak için bir yarış meydana gelir. Bilimsel makalelere bakınız, çoğu zaman “bu araştırma, fon no ile (bir sayı) ile desteklenmiştir” gibi bir ibare içerirler.
Böyle bir sistem kurarsanız hocaların hepsi de araştırma ile uğraşmak zorunda kalacaktır. O zaman proje yapamayan ve araştırma ile uğraşmayan hoca, öğrenci bulamayacaktır. Kendini üniversiteden soyutlanmış hissedecektir.  

İşte size çalışanla çalışmayanı ayırt etmek için gerçek bir ölçüt…

Tabi ki bu paraların dosya yayınlarına, sadece terfi için makale yazmaya gitmesini istemiyorsa, devlet oturup araştırma hedeflerini ortaya koyacaktır. Bu durumda hangi bilim dalının ne kadar para alacağını belirleyen devlet olacağı için bilim dünyasına kendi stratejik ihtiyaçları ışığında yön verebilir. 
O musluğu değil, ötekini açar, bakarsınız ülkenin önceliği ve ihtiyacı olan bilim dalı coşar, öteki yerinde sayar. 

Bunlar görüldüğü gibi hep bir “seçim” ve tercihten ibarettir. Bu seçimi yapacak olan da tabi amatörler değildir. “Yetkin” bilim adamları ülkenin sanayi-kalkınma temsilcileri ile bir araya gelerek bilim-araştırma politikaları oluşturacaklardır.

Ekonomiyi kırılgan yapıdan kurtaracak ve dış müdahalelere kapalı hale getirecek çözüm yolu şudur: 

Kriz ve korkularla yaşama döneminin sonunu ancak bilim temelli ve buluş esaslı ekonomi ile getirebiliriz.
 

Hulasa, bilimsiz kalkınma modelleri; teknoloji üretme yerine parayı basınca teknolojiye sahip oluruz anlayışından çıkmak için “Üniversite reformu” ile “YÖK’ün ıslahı” ve “Milli Üniversitenin kurulması” gündemimiz olmalı.