Ustaosmanoğlu'nun cenazesindeki kalabalığa dikkat çeken Aydın, “Bu büyüklükte bir cenazenin solcuların, Kemalistlerin psikolojilerini bozması, saldırganlaştırması, küfür ve hakarete sarılmalarına neden olması anlaşılır bir durum.” dedi.

Araştırmacı Yazar Ali Osman Aydın'ın yazısının tamamı:

İsmailağa Cemaatinin lideri Mahmud Efendinin cenazesi belki de cumhuriyet tarihinin en kalabalık cenazelerinden biri idi.

Bu büyüklükte bir cenazenin solcuların, Kemalistlerin psikolojilerini bozması, saldırganlaştırması, küfür ve hakarete sarılmalarına neden olması anlaşılır bir durum. Muhtemelen bu kadar insanın nereden çıktığını anlamaya çalışıyorlardır. Kemalist hareketin halkın değerleriyle kavgalı, halkın gerçeklerinden kopuk bakış açısı, Türkiye'nin gerçekliğini okumasına imkan vermiyor.

Onlar halkın bin yıllık müesseselerinin kapısına kilit vururken de aynı hayalperestlikle meselenin kapandığını düşünüyorlardı. Oysa tarih felsefesi bize; müesseselerin, onları vücuda getiren toplumun bir parçası olduğunu, bu yüzden tümden ortadan kaldırılmalarının mümkün olmadığını söyler.

Cuma günkü milyonluk cenaze bu hakikatin bir göstergesidir. Türkiye'de müslümanlar laik despotizmin tüm legal, illegal baskılarına rağmen varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Yeni nesil Kemalistler, Kemalizmi insanları öperek-okşayarak ikna eden bir sistem gibi düşündükleri için baskı sözünü kabul etmiyorlar.

Bakın İsmet İnönü 1924'te ne diyor: “Hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş yapamayız.” Uğur Mumcu, “Kazım Karabekir Anlatıyor” kitabında anlatıyor bunu…

İnönü böyle söylüyordu çünkü din adamları ve onların bir parçası oldukları cemaatler, tarikatler, tekkeler, çok çeşitli toplum kesimlerini bir araya topluyorlardı.

Ayrıca bin yıllık bir geleneğin, terbiyenin, örgütlenmenin merkeziydiler. Müslümanların dini gelenekle bağları koparılmadan cumhuriyeti kuran kadroların tek tip Müslümanlık ve milli İslam hedeflerinin gerçekleşmesi mümkün olmayacaktı.

Bu konuyla ilgili bir başka çarpıcı görüş. Tekke ve Türbelerin Kaldırılmasıyla ilgili kanun görüşülürken Rize mebusu Ekrem Bey'in söyledikleridir.

"Asıl mesut olduğum diğer bir cihet vardır ki o da fikr-i taassub denilen bu yılanın tamamiyle bugün paralanmış olmasıdır (….) O şimdi kıvranarak, hırlayarak can çekişiyor. Cumhuriyetin çıkardığı kanunların satırı ile onu tamamiyle öldüreceğiz ” Burada halkın çok büyük bir kısmını doğrudan ilgilendiren bir konuyla ilgili kullanılan tüm sembol ve ifadelerin ne kadar ağır hakaret ve tehdit içerdiği açıkça görülüyor. Fakat bu sözleri geçmişte ve bugün hala söyleyen Kemalistler AK Partilileri ve genel olarak dindarları toplumu kutuplaştırmakla suçluyorlar.

1925'de Dergahlar…

Samiha Ayverdi “Ne İdik Ne Olduk” kitabında tekke ve tarikatların sosyal fonksiyonlarıyla ilgili söylediklerine bakalım şimdi de:

“1925 senesine kadar yalnız İstanbul'da 365 dergâh vardı. Bunların mensupları, en az ellişer kişi olsa, 18.250 ederdi. Bu insanların da gene en az, âilelerinden, akraba ve çevrelerinden beşer sempatizanı bulunmuş olsa, 91.250 adet olurdu.

Bundan yâni 1982'den yarım asır evvel, İstanbul' un nüfusu sekiz yüz bin civârında olduğuna göre, demek ki şehrin sekizde biri mânevî sigortaya sahip ve muhîtine şerde değil, hayırda örnek olan bir tasfiye cihâzı gibi idi.”

Tabii şunu da eklemek gerek. Bir toplum kalitesini kaybediyorsa bunun insan ve kurumlara yansımaması düşünülemez. Dolayısıyla bu Tarikatlar da yozlaşmadan paylarını almışlardır.

Bugün farklı mı sanki? Mesela eğitimde öğretmen kalitesinin düştüğü konuşuluyor. Doktor kalitesinin, mühendis kalitesinin… Ki bunlar hem maddi hem manevi zararlara yol açıyorlar… Fakat öğretmen kalitesi düştü diye bütün öğretmenleri karalamayı, milli eğitimin kapısına kilit vurmayı düşünmüyor kimse. Doktor kalitesinden dolayı “hastaneler kapansın” diyeni duymadık.

Yahut “şu okulda taciz varmış, şiddet varmış, öğrencilerinden hırsız olanlar varmış” diye kimse topyekün milli eğitimi “haçlı ocağı, taciz yuvası” diye nitelemiyor. Nitelenmesin de zaten, öyle saçmalık olur mu? Ama o kirli damga hemen bir tarikata, dargaha ya da mensuplarına vurulabiliyor.

Milli Mücadelede Tarikatlar

Bu arada, “Ey Millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler…. ülkesi olamaz” gibi beylik laflar söylense de işlerin tam da söylendiği gibi olmadığını biliyoruz.

Tek Parti döneminde şeyh olarak bilinen Van'lı İbrahim Arvas, Siirt Mebusu Şeyh Halil Hulki gibi isimlerin kesintisiz mebus olduğunu söylüyor belgeler.

Ama şunu düşünmek lazım. “Türkiye Şeyhler, dervişler ülkesi olamaz” sözü 1920'de söylenebilir miydi? Mümkün müydü?

Tam burada, D. Mehmet Doğan'ın “İstiklal Savaşının Örtülen Tarihi” kitabından bir alıntı yaparak neden söylenemeyeceğiyle ilgili bir izah yapmak istiyorum: “Çünkü 1. Meclisin en kalabalık grubunu 21 kişi ile müftüler oluşturuyordu. Onları 15 kişi ile müderrisler takip ediyordu… 2 ulema, 2 kadı, 2 din öğretmeni, 2 vaiz Mebus vardı. Ayrıca bir kısmı nakşi, mevlevi, bayrami olmak üzere 7 şeyh de Meclisteydi. Dini kimlikleriyle tanınan 4 aşiret reisi vardı. Meclis birinci başkan vekili mevlevi şeyhi Çelebi Abdülhalim Efendi, ikinci başkan vekili ise bektaşi şeyhi Çelebi Cemalettin Efendi'ydi.

TBMM tarafından yayınlanan Türk Parlamento Tarihi'nde belirtildiğine göre 1. Büyük Millet Meclisi teşkil eden vekillerin 78 adedi medrese mezunudur. Medresede okumuş ama mezun olamamış, başka mesleğe geçmiş çok sayıda mebus da bulunuyordu. Bunlarla birlikte toplam mebus içinde dini eğitim alanların sayısının 101' i bulabileceği söyleniyor. Bu durumda 1. BMM'nin üyelerinin dörtte birden fazlasının dini kimlikli olduğu söylenebilir.”

Ayrıca Recep Çelik: “Milli Mücadele'de Din Adamları” adlı kitabında mukavemet teşkilatlarında rol alan din adamlarıyla ilgili şu çok önemli bilgileri veriyor:

“Milli Mücadele'deki mukavemet teşkilatlarının ağırlığını teşkil eden, Müdafaa-i Hukuk, Redd-i İlhak ve Cemiyet-i İslâmiye gibi teşekküllerin yüz kırk adedinden yüz otuz tanesinde müftülerin doğrudan kurucu üye olarak yer aldıkları, altmış beş tanesinin başkanlığını yaptıkları, geri kalan yetmiş beş teşekkülden otuz tanesinin başkanlarının da medrese müderrisi ve hoca gibi sıfatlar taşıdığı anlaşılmaktadır.”

Görüleceği gibi, din adamları, medreseliler, tarikat ehli, dergah müntesipleri milli mücadelenin her yerinde, en önde, vatan müdafaası yaptılar. Ruhları şad olsun...

Ama din adamlarına ihtiyaç bitince, yani İstiklal Savaşı kazanılınca artık onları yetiştiren müesseseleri kapatmanın, din adamlarını tahkir ve tezyif etmenin önünde bir mani kalmadı. Yani, ‘kullan ve at' taktiği… Bugünkü CHP'nin dindarları kullanarak iktidara gelme stratejisi, o “helalleşme” adımları, dini programlar düzenleme gayretleri, “biz değiştik inanın” şirinlikleri işte ta buradan, kuruluş yıllarından geliyor.

Ve biz, cenazemizin olduğu gün atılan iftiralardan, yalanlardan, paylaşılan hakaret ve küfürlerden gördük ki, Kemalist kesimde zerre kadar bir değişiklik yok. Hala İnönü'nün söylediği, “ Hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş yapamayız.” noktasındalar. Hala olup bitenlerden hiçbir şey anlamamışlar. O halde onlar da bilsinler ki… Biz de, Milli Mücadelede cansiperane vatan müdafaası yapan medrese-tarikat ehli öncülerimizin durdukları noktadayız…