Bugün İran’da 290 kişilik Meclis için m.vekilliği seçimi var..Seçimin nasıl yapıldığını anlatmak hem uzun olur, hem de zor.. İranlı inkılab liderlerinin bir kısmının isimlendirmesiyle ‘demokrasi-y’i dinî’ oluyormuş bu.. Evvel yoğ idi, işbu rivayet yeni çıktı, son zamanlarda.. Binlerce kişi aday oluyor, bunlardan adaylıkları ‘Şûrâ’y-ı Nigehbân’ denilen ve bizdeki Anayasa Mahkemesi benzeri son derece geniş yetkili -ve de‘Veli-yy’i Faqîh’ tarafından belirlenmiş faqîhler ve hukukçulardan oluşan- bir kuruluş tarafından reddedilenler seçimlere katılamıyor. Reddedilenler için o kurumun elinde elbette bir takım ölçüler vardır, ama, kişilerin şahsiyetlerinin zedelenmemesi için diyerek redd sebepleri kamuoyuna açıklanmıyor, kendileri isteseler de.. Bu ölçülerin başında da tabiatiyle, ‘Velâyet-i Faqîh sistemine bağlılık’ geliyor. Ancak bu bağlılık öyle sadece lafla olmuyor, ‘iltizam-ı amelî’denilen ve bağlılığın amelî/ pratik olarak isbatlanması ve bunun da, ‘Şûrâ-y’ı Nigehbân’ın itminan içinde olmasını gerektirecek derecede gösterilmesi veya belgelenmesi gerekiyor.

Evet, İran’daki sistemin adı, kendi fıqhî terimlerine ‘Velâyet-i faqîh’ sistemi.. Yani, Müslüman toplumun, İslâmî ilimlerde ‘feqahat/ derin bilgi) sahibi bir İslâm âliminin velâyet’i, önderliği altında yönetilmesi sistemi.. Nasıl ki, rüşd yaşına gelmemiş çocuklar anne-babalarının kanunî velayeti altındadırlar, her şeyden ‘ebeveyn’ler sorumludur; burada da toplum, ‘Veli-yy’i faqîh’in sorumluluğu altındadır. Amma, çocuk, rüşd yaşına gelince velâyet altında olmaktan kurtulsa bile..

Amma, bazı tarifler veya sorgulamalar da buradan başlıyor..Çünkü, hele de son zamanlarda şu yaklaşıma, mescidlerde, ekranlarda ve Cuma namazlarında; Veli-yy-i faqîh’ (yani, velâyet-i faqîh makamında olan kişi) , sadece toplum ve diğer faqîhler üzerinde son sözü söylemeye sahib olan kişi değildir; o aynı zamanda, (zuhûru beklenen) Mehdî’nin de, Emîr-ul’Mu’minîn (Hz. Ali)nin de, Hz. Peygamber (S)’in de veAllah’u Teâlâ’nın vekilidir.. O halde ona itaat etmek, bütün bu zikredilen makamlara itaat etmek demektir. Vekil, hata yaparsa, azledilir. Allah’u Teâlâ hata yapmayacağıma göre, Vekil’i de hata yapmaz ve yapacak olsa, bir şekilde vekâletten azledilir; o halde, ‘Veli’yy’-i faqîh’e itaat, şer’an kayıtsız şartsız, şarttır! Ve onun teyidi olmadıkça, halkın iradesinin hiçbir kıymeti yoktur..’ deniliyor, en açık ifadelerle..

Bu açıdan bakıldığında, yüzlerce ünlü ismin adaylığının bile bu seçim öncesinde reddedildiği görülüyor. Sadece halen m.vekili olan 90 kişi de reddedilmiş bulunuyoır. Ki bunların başında, İran Meclisi’nin Başkan Vekillerinden ve uygulamalara sert eleştirileriyle tanınan ve de ‘Veli’yy-i Faqîh’e açık mektuplar yazarak, (9 senedir yargılanmaksızın özel bir yerde tutulan eski başbakan Mîr Huseyn Musevî ve hanımı Zehra Rehneverd ile eski Meclis Bakanları’ndan Mehdî Kerrubî’nin bu şekilde tutulmalarınının sebeini sormak gibi) bazı hassas konulara cevap aramasıyla da bilinen Ali Mutahharî geliyor. Ali Mutahharî, İslâm İnkılabı Hareketi’nin teorisyenlerinden sayılan ve İnkılab’ın henüz birinci yılında, 40 sene önce bombalı bir saldırıda hayatını kaybeden ünlü Âyetullah Murtezâ Mutahharî’nin oğlu.. Evet, onun adaylığı da reddedildi. Sebebini öğrenmek için o kadar çalıştıysa da, fazla bir şey elde edemedi ve sadece ‘Veli-yy’i Faqîh’e bağlılığının ‘iltizam-ı amelî’ derecesinde olmadığından dolayı reddedildiğini öğrendiğini açıkladı.

Evet, bu seçime, bilgi kabilinden bu kadar değinmekle yetinelim.

***

Ayrı bir sancılı konuya da değinelim: İran makamlarının, Rusya ile aynı paralelde, Türkiye’yi, ‘Suçi Mutabakatı’naaykırı hareket etmekle ve ‘teröristlere yardımcı olmak’lasuçlaması ilginç.. Dahası, hem de ‘İnkılab Muhafızları Ordusu’nun yarı resmî internet sitesinde bu konuda yazılan haber ve makalelerin altında yayınlanan ‘okuyucu yorumları’nda Erdoğan için ‘çocuk kaatili’ gibi,‘Osmanlıların torunlarına hadlerinin bildirilmesi’ gibi yığınla saldırı yorumlarının yazılabilmesi ve yayınlanması da daha bir ilginç.. Açıktır ki; bu ifadeler, ‘İslâm kardeşliği’sözlerini dillerinden düşürmeyenler için bir büyük ayıp olarak yeter.. Ki, biz onların hemen herbirisine, İran’ın mazlum halkının suçlanmasına yol açmaması için değinmiyoruz.

***

Ve, soyadının mânâsına ‘sâdık’ kalan bir ‘güzel söz’ sahibi..

Bu vesileyle, burada, İran’lı siyaset bilimcilerden Prof. SâdıqZibâkelâm’ın İran medyasını, İdlib’de yaşanan insanlık dramına sessiz kalmasından dolayı eleştirdiğini ve ‘Suriye , İran medyasında ileri sürüldüğü gibi Beşşar Esed’i çok seviyorsa, milyonlarca insan niye Türkiye sınırına doğru kaçıyor?’ diye mantıkî bir sual sorabildiğini de hatırlatalım..(Soyadı, ‘güzel kelâm/ söz’ mânâsına gelen) Zibâkelâm, her ne kadar, bu sorusuna mantıklı bir cevap alamıyacak olsa da..

***

Biz Müslümanların mes’elelerine, ‘filânlar memnun; filanlar da rahatsız olsun’ diye değil, inancımızn gereği olarak sahip çıkıyoruz!

Geçenlerde, Hürriyet’ten E. Özkök, ‘Râbıta-tu’l-Âlemi’l-İslâmî’ adlı bir kuruluşun Mekke’de tertiplediği ve İslâm dünyasından 1000’e yakın kişinin katıldığı bir toplantı sonunda Türkiye’yi suçlayan bir bildiri yayınlamasına değinmişti.

Bu teşkilatın yönetim kurulunda da, başta Suûd Kralı olmak üzere, bir takım kralların ve diktatörlerin ‘kapıkulu ulemâsı’ konumunda olan kişiler var..

Bu kişilerin başkanlığındaki o toplantı sonunda, ‘Türkiye’nin Libya’daki varlığı’ kınanmış..

***

Özkök, ‘Mekke’de sırtımıza saplanan bu ulemâ bıçağını görünce, sizin deiçinizden ‘Yuhh’ demek gelmedi mi?’ diye soruyor ve sonra da, kendi mantığı açısından yadırganmaması gereken şu görüşünü dile getiriyordu:

‘Değer mi böyle bir “ümmet” için bunca fedakârlığa...

***

Evet, E. Özkök kendi değerler sistemi ve bakış açısından öyle diyebilir. Ama, biz de sık sık karşılaştığımız bu ve benzeri soruları karşılık hemen belirtelim ki, ‘Biz Kudüs ve Filistin’e, ‘filanlar memnun olsun ve filanlar da olmasın..’ diye değil, inancımızın gereği olduğu için,Müslüman kimliğimizin haysiyet ve şerefini korumak için sahib çıkıyoruz.’ Ve bu gibi ‘Kapıkulu ulemâsı’na da, onların ‘emperial güçlerin kuklası olan patronları’na da bitmeyecek bir nefretimiz vardır ve onların varlığı bizim mücadelemizin ne kadar çetin olduğunu da bize hatırlatıyor ve biz de çetin mücadelelere tâlibiz. (Bu vesileyle belirteyim ki, bu satırların sahibi, Râbıta denilen bu karanlık teşkilatın maskaralıklarını, Kıbrıs’ta 1978’de tertipledikleri bir toplantıya katıldığında net olarak görüp, onları, o zaman yayınlamakta olduğumuz –haftalık- Tevhîd dergisinde uzun uzun yazmıştım. Yani, bizim o gibi teşekküllere bakışımız yeni değildir ve bu konuda rahatız.)

***

Ama, Özkök ve benzerlerine öyle soruları sorma fırsatını veren bu gibi zavallılar, İslâm Ümmeti’nin yüz karasıdır. O yüz karalarına bakarak değil; mensubu olmakla iftihar ettiğimiz bu Ümmet için ve her ne fedakârlık yaparsak yapalım azdır ve her çabamız, inancımızın hayatiyeti, haysiyeti ve şerefi içindir.