Osmanlı’nın en dirayetli, en inançlı, en cesur ve en duygusal padişahlarından biri idi. Fethettiği yerlerde adaleti tesis ediyor ve hanlar, medreseler, camiler, köprüler ve Darüşşifalar inşa ediyordu. Adı Bayezid idi. Tarihe Yıldırım Bayezid (1354-1403) yani dördüncü Osmanlı Sultanı I. Bayezid olarak geçecekti. 1389’dan 1402 yılına kadar hükümdarlık yaptı.

Edirne’de doğan Bayezid, Başkent Bursa’dan hem Balkanlar’a hem de Anadolu’ya liderlik yapıyordu. İstanbul’un fethedilme zamanının yaklaştığını hisseden Yıldırım Bayezid, 1395 yılında İstanbul’u baskı altında tutmak için Güzelhisar’ı ve bugün Anadoluhisarı olarak bilinen kaleyi inşa etti. Göksu Deresi’nin İstanbul Boğazı’na döküldüğü noktadan itibaren inşa ettiği kaleye Anadolu’dan getirdiği Müslümanları yerleştirdi. Güzelhisar’ın hemen üst tarafındaki tepede kurduğu otağında ise Bizans’ı seyredip yakında yapacağı fethin hesaplarını yapıyordu.

Ancak Anadolu’da Bayezid’in istemediği gelişmeler oluyordu. Timur İmparatorluğu’nun kurucusu ve ilk hükümdarı Timur (1336-1405), büyük bir ordu ile Anadolu’ya girmişti. Timur Han bütün İran’ı ele geçirip bir kasırga gibi ilerleyerek Doğu Anadolu’ya girmişti. Osmanlı Devleti’nin o zamanki en uzak noktası Sivas idi. 180 bin kişi ile Erzincan üzerinden geçip ansızın Sivas’ı kuşattı. Sivas kalesinde 4 bin kişi vardı. Beyazid Han’ın en sevdiği oğlu Ertuğrul Çelebi (1376-1399), Sivas’ta vali olarak bulunuyordu. 1399’da Timur, kuşattığı Sivas’ın teslim olmasını istedi. Fakat şehrin kumandanı Ertuğrul bunu reddedince şiddetli bir çatışma başladı. İçeriden elde ettiği adamları, şehrin kapılarını gizlice Timur’un askerlerine açınca, şehir Timur’un eline geçti. Esir alınan Şehzade Ertuğrul, Timur tarafından atla sürüklenerek şehid edildi.

Bu haber Yıldırım’a ulaşınca acılar içinde yandı. Bir taraftan Ertuğrul gibi bir oğlu, diğer taraftan Sivas gibi bir kalenin kaybı onu çok sarsmıştı. Bu yüzden bazen efkâr dağıtmak için arasıra Uludağ sırtlarına doğru gezintiye çıkıyor, bazen de uğradığı İstanbul’da Otağtepe’den Boğazı seyrediyor ve hıçkırıklara boğuluyordu. Yine bir gün yanında veziri ile dağ eteklerinde gezindiği sırada koyunlarını otlağa salmış, sırtını bir ağaca yaslamış çobanın kavalıyla içli havalar çaldığını duydular ve oraya yöneldiler. Bir süre gözyaşları ile çobanı dinleyen Yıldırım: “Çal çoban çal!.. Keyif de senin, rahat da senin. Kaybettiğin neyin var ki? Ne Ertuğrul gibi oğlun öldü ne Sivas gibi şehrin yıkıldı!.. Çal çoban çal!..” diye söylendi.

Ünlü şairlerimizden üstad Süleyman Nazif, Bayezid’in yaşadığı bu lâhzayı şöyle tanımlar: “Bir insan sürüsünün bahtsız çobanından bir koyun sürüsünün gamsız çobanına tevcih edilmiş olan bu hasret dolu sözler kadar hiçbir mersiye, hiçbir nevha, oğlu ölmüş bir baba ile memleketi yıkılmış bir hükümdarın gönlündeki elem dolu acılara tercüman olamaz...”

Bu ağrılar, acılar, sızılar ve sancılar yetmiyormuş gibi, Ankara’nın Çubuk Ovası’nda 20 Temmuz 1402 tarihinde Yıldırım Bayezid ile Timur arasında Ankara Muharebesi vukû buldu. Savaşı kazanan Timur, Bayezid’i esir alarak Bursa’yı işgal edince Sultan’ın eşlerini ve kızlarını da esir aldı ve Sultan Bayezid’i 8 ay demirden bir kafeste hapsetti. Bayezid’in esir tutulduğu çadıra yakın bir başka çadırda da esir alınan eşlerinden Sırp Kralı Stefan Lazareviç’in kızkardeşi Despina Hatun veya diğer adıyla Mara Hatun vardı. Bazen yüksek sesle Mara diye çağırır ve sonra uzun bir sessizlik kaplardı her yeri. Duyulan sadece rüzgarın sesi ve Sultan Bayezid’in hıçkırıklarıydı.

Bir gün Timur, bir eğlence meclisi tertiplemiş ve Sultan Yıldırım Bayezid’in de burada hazır bulunmasını istemişti. Meclisin bir köşesinde sessiz bir şekilde yüreği pare pare oturan Yıldırım, ilerleyen saatlerde içeriye eşi Mara’nın bir tepsinin içinde şarap testisi ve bardaklarla girişiyle kalbinin derinlerinde derin bir sancı duydu ve bu sancıyı oradaki herkes hissetti. Bir sessizlik sardı her yeri. Timur, Mara’dan ilk şarap bardağını Bayezid’e sunmasını istedi. Gözyaşlarına boğulan Bayezid ayağa kalkarak tutunacak bir yer aradı. Ayakta zor bela duruyordu. Dünya yarılsa da içine girsem, diyordu içinden. “Zindanıma götürün beni” dedi. Tekrar kafesine götürüldü.

Esaretinin 8. ayıydı. Mara’nın içki sunmaya mecbur bırakıldığı geceden bu yana Sultan Bayezid her gece üzüntüler içinde kafesinde acılar içinde kıvranıyordu. Yine bir gün Timur’un adamları Bayezid’e eşlerinin ve kızlarının Semerkand’a götüreleceği haberini verdi. Sonraki gün Mara’yı çıkardılar çadırından. Sultan Bayezid, Timur’un adamlarına Mara’yı son kez görmek istediğini söyledi. Kısa bir süre için izin verdiler. Bayezid demir parmaklıklar arasından Mara’ya koca bir dağ gibi sarıldı. Büyük bir sessizlik sardı her yeri. Yüreklerinin derininden bağıra bağıra haykırıyorladı sanki. Tabiat da haykırışlarına katılıyordu. Timur’un askerleri Mara’yı ayırdı çadırdan çıkarırlarken birbirlerine uzun uzun baktılar, ağladılar ama konuşamadılar. Gözleri ve yürekleri zaten herşeyi anlatıyordu.

Günlerden 8 Mart 1403’tü. Bayezid, yüzüğünün üzerindeki taşı kaldırdı ve gökyüzüne bakarak “Allah’ım beni affet, dayanamıyorum” dedi ve yüzükteki sıvıyı içti. Meğer içtiği şey, Büyük Selçuklular, Gazneliler ve Safeviler’den kalma bir gelenek olan zehirdi. Köşeye sıkışan ve acılar içinde kıvranan liderlerin son demlerinde başvurduğu bir yöntemdi bu. Canına kıyan bu ilk Osmanlı Sultanı, zehri içtikten sonra hayatını kaybetti. Daha sonra naaşı Bursa’ya getirilerek defnedildi. Osmanlı, yıkılan bu ulu çınardan sonra Şehzadeler arasındaki mücadelelerle birlikte Fetret Devri’ne girdi. Bu da İstanbul’un fethini 50 yıl geciktirmiş oldu.

Ayrılık, firak, hicran ve kayıp yaşayan her canlının acısını, sızısını, üzüntüsünü, elemini, sancısını, ağrısını ve kederini taa yüreğinizin derinlerinde hissedersiniz. Bir yavru kedinin, bir aslanın, bir filin, bir kuşun, bir bülbülün bütün canlıların firak ve kayıp acılarını uzaktan bile olsa sesini aldığınızda, bedeninizi bir hüzün kuşatır. Bundandır ki, kadim dönemlerden bugüne “herkes yalnızlık ve acılarını kendince yaşar” denir. Bütün bu acılar Arapça’da tek bir kelime ile ifade edilir: Vecâ. Vecânın çoğulu da Evcâ. “Evcâ-ı batın” yani karın ağrısı demek. “Evcâ-ı şedide” ise şiddetli ağrılar…

Kaybetme ve ayrılığın acısı bazıları için edebi bir cümle veya retorik bir metin gibi gelebilir. Bunu ancak tadanlar ya da yaşayanlar bilir; yüreklerinin derinliklerinde bir kanama olur ve sert bir çatırtı meydana gelir. Bunu farklı yaşar her insan; kimi bir depremde ailesinden birini kaybettiğinde, kimi bir hayvanı öldüğünde, kimi bir yakınının ölümünde, kimi uzun ağır bir hastalık geçirdiğinde, kimi de bir sevdiği onu terkettiğinde…

Ve herkes gönlü el verdiğince vâkıf olduğu dil ile dillendirir acısını. Fuzuli de şu beyitle acısını dile getirir:

“Şeb-i hicran yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım

Uyarır halkı efgânım, kara bahtım uyanmaz mı?”

Bu tarz acılar bir azap sonrası ya bir nura ve güce dönüşür ya da insan için bir zulmete yani karanlığa dönüşüp hayatını kontrol eder. Karanlığa duçar olur, bir batağa saplanır kalır. Böylece insan, varoluş nedenini sorgular, Tanrı ile maazAllah tartışmaya girer ve hayatta kalma amacını kaybeder. İşte bundandır ki, insan bu tür acılarla karşılaştığında acısıyla yüzleşmeli ve derinlerine inmeli. Ondan kaçmamalı. Ağlamalar ve acı çekmeler sorun değil, bilakis, şifaya giden yoldur; ayakta kalma sebebidir.

Problemin aslı; zamanla ağırlaşan, kanamasını daha da artıran ve acısını yoğunlaştıran bu sızıyı yıllarca gizlemesidir. Bir kader anı gelinceye ya da onu destekleyen bir omuz buluncaya kadar, onu kucaklayan bir kalp, acısını paylaşan bir ruh ile biriktirdiği bütün acılardan kurtulur ve yarası yavaş yavaş iyileşir. Uzun bir süre sancısını taşıyan kalpteki ağırlıktan kurtulur bir anda. Peki, nasıl ve niçin? İşte bilim adamları dahil kimsenin bilmediği sır da burada yatıyor. Bunu evrenin büyük bir sırrı ve ilacı olarak adlandırıyorlar…

Her kayıbın, ayrılığın, firâkın hayatımızda olumlu ya da olumsuz bir etkisi vardır. Bir babanın veya annenin ölümü, sırtımızı başka bir kişiye dayamamayı öğretir. Çünkü sırtımız bir kez kırılmıştır. Tekrar kırılırsa da iyileşmeyeceğinden korkarız. İnsanın bir sevdiğini kaybetmesi kalbin en büyük acısıdır. Firâk ve hicran acısı, insanın hayatında hissedebileceği en zor duygu… Ya onu yener ya da o acıya yenilir. Şair Nabi bu can alıcı dengeyi ne güzel dillendirmiş:

“Alınmaz zevk-ı câm-ı vasl bî-hamyâze-i hicrân

Alan firkat-keşândır lezzetin vakt-i mülâkâtın.”

[Ayrılık acısı çekmeyen kavuşmanın lezzetini nasıl idrak etsin?

Acıkmadan yemeğin lezzeti, susamadıkça suyun kıymeti bilinir mi?]

Ayrılık/hicran vedâsız ya da valizsiz bir yolculuktur. Günübirlik seyr ü seferdir. Rehbersiz bir yürüyüştür dağlarda, bayırlarda ve şehirlerde. Arapça’da “vedâ” kelimesi şu harflerden oluşur: vav, dal ve ayn. “Emaneten bırakma, geçici bırakma, süreli ayrılık, Allah’a ısmırlama” manalarına gelmektedir. “Vedâu’n” “emaneten bıraktı, veda edip gitti” fiilinin masdarıdır. Aynı kelimeden türetilmiş “Vediâtun” geçici bir süre ayrı kalınan eşya demektir. Vedâ Hutbesi de adını bu kelimeden almıştır: “Ahirette tekrar buluşmak üzere olan geçici bir ayrılık” demektir. Geçici olarak yaşanan bu vedalar bile kalbe çok acı veren bir tattır.

Firâk gecesinde herşey sessizleşir. Gece karanlığında karıncanın ayak seslerini bile duyar insan. İşte, herşeyin sessizliğe gömüldüğü o gecede, sadece kalptir duyulmayacak bir şekilde sessizliğe bürünen, koyu bir karanlığa boyanan ve hüzünlenen... Tıpkı Sultan Bayezid’in hem çocuğunu kaybettiğinde hem de eşinden ayrıldığında yaşadığı duygular gibi. Bundandır ki, “sevgi, ayrılık saati dışında derinliği bilinmez,” der atalar.

Coğrafyamızın acıları, hüzünleri, yaraları, nefretleri çoktur. Yüce Allah, şefkati ve merhameti emretmesine rağmen şefkat edeni ve merhamet edeni azdır. Çünkü herkesin acıları var ve herkes başkasının acılarından besleniyor, moral bulmaya çalışıyor. Herkesin acısı var ve insan yarasına merhem bulma çabasında çoğu kez… Bundandır ki, bu coğrafyanın insanının vedâları mutlu geçmez; acı, keder, sızı ve elem doludur. Üstad Necip Fazıl bunları şu cümleyle özetler: “Bir hoşçakal’a sığdırdı beni, yere göğe sığdıramadığım.”

Haydi şimdi çal çoban, çal!... Sen Suriye zindanlarında vahşice öldürülen insanları gördün mü?.. Yemen’de açlıktan yakaran bebelerin çığlıklarını hissettin mi?.. Mısır’da Rabia Meydanı’nda katledilen Esma’nın haykırışlarına ağladın mı?.. Karabağ’da öldürülen çocukların acısına ortak oldun mu?.. Yanan ormanların için gözyaşı döktün mü?.. Çal çoban çal!.. Çal kemancı çal!.. Gidenlerin bir daha rücû etmediği alemler burası… İşte biz! Acı, elem ve ağıt dolu şarkıları ve türküleri bundan seviyoruz... Hepimiz acılar dolu bir coğrafyada yağmur bulutları gibi acı ve sızı taşıyan insanlarla doluyuz. Herkesin kendini haklı bulduğu, hasret ve kıskançlıklar diyarı… Adam gibi özeleştirilerin yapılmamasından hataların sık sık tekerrür ettiği beldeler… Kime dokunsanız bin âh ve acı hissedeceğiniz topraklar… Haydi! Çal son şarkıyı çal çoban…