İsmet Özel’in, ne yazıp söylediğinden bağımsız olarak önemli bir özelliği vardı. Belki sosyalizmden tevarüs ettiği bir şey, bir tür eşitlikçi tutumdu bu. Başlangıçta ne davranışları ne söylemi bir bağlanma (biat) talebi içeriyordu. Oysa Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil (buna burada söz konusu edemediğimiz benzerleri dahil) okuyucularından açık bir bağlanma beklentisi içinde oldular ve hep öyle kaldılar. Bunda Karakoç’un Necip Fazıl, Pakdil’in de Karakoç’tan beslenmelerinin bir payı vardı kuşkusuz. “Aile Babası”nın edebî nutrisyonu, bağlanma talebini mecburi kılıyor, bağlanma sadece tutumdan ibaret kalmıyor, giderek aynı söylemin benimsenmesi, aynı kavramların kullanılması, aynı enerjinin dolaşımda tutulmasına yol açıyordu. Büyük Doğu, Diriliş ya da Edebiyat, açık ya da örtük bağlanmanın yarattığı ve sürdürdüğü dergilerdi. Çok fazla Necip Fazıl, çok fazla Sezai Karakoç ve çok fazla Nuri Pakdil vardı. Benzeşimin ve simbiyozun mekânları olarak varoldular. İslâmcılığın kendi tarihine sokmakta gönüllü davranmadığı Türk Düşüncesi ya da Hareket gibi dergilerde bile böylesi bir ortaklıktan söz edilemez. İsmet Özel’i okuyanlar ve ondan etkilenenler uzun müddet İslâmcı hareket içerisinde de ayrıksı kaldılar. Başka yerlerle eklemlenmeleri daha sonraki bir zaman dilimine tekabül eder.

***

İsmet Özel son zamanlarda neredeyse ikinci tabiatı olagelen bir özyüceltimle kısa bir süre önce İstiklal Marşı Derneği’nin web sitesinde şöyle yazdı: “Bir emekli başkomser oğlu olarak Türk şiir dünyasında zirveden geriye bir adım bile atmadım. Bu tutum bir kozu ele geçirmem demekti. Solcu politikacıların ihtiyacı olan desteği sosyalist olmayan sol gücünü toparlayıncaya kadar esirgemedim. Müslümanlık benim sayemde siyasi bir dolap olmaktan sıyrılıp hesap vermeğe hazır, hesap sorma olgunluğunda bir siyaset anlayışı haline geldi. Türk tarihi itibarıyla bu bir başlangıçtı. (İtalikler bana ait.) Başlayan şey örtülü ödeneğin imkânlarını hiçe sayıp birlikte yaşanılan insanların ve üzerinde yaşanılan toprakların ethos değerlerini şairin bulunduğu yere çekme başarısıydı. Benim bir iç dünyam vardı ve bu dünya yeryüzü çapında dönen dolaplara meydan okuyordu.” 

***

Doğrudur: İsmet Özel, Üç Mesele’yle, en başta İslâmcılara olmak üzere, Türkiye’deki “medeniyet muhafazakârlığına” başka bir perspektif sundu (münhasıran “müslümanlara” ne sunduğunu ve bunun Türk tarihi için bir başlangıç olup olmadığını bilemem). Bir taraftan tasavvufî-spiritüel geleneksel bir dinsel yorumun diğer taraftan Millî Görüş kalkınmacılığına ve ahlâkçı muhafazakârlığın açık eleştirisiyle kültürel kimliğin özgünlüğüne vurgu yaparken, dinin otantik bir konumun korunması kaygısıyla, toplumsal ve siyasal açılımının karşısındaki muhtemel engellere işâret etmekteydi. Özel’in 68’in karşı-kültür hareketinin verimlerinden kalkarak getirdiği eleştiriyle, bilim ve teknolojinin İslâmcılar nezdindeki dinsel kutsallıklarını yıkıma uğrattı. sömürü arasındaki dolaysız ilişkiyi göstererek, “medeniyet dini”ni yahut “dinsel medeniyeti” reddetti. Dinin her türlü dolayımdan beri olduğuna inandığından, kültürel (gelenekçi) ve siyasal (yenilikçi) dinsel yorum ikileminin dışında durdu. Zor Zamanda Konuşmak, 12 Eylül 
sonrasındaki yorgunluk atmosferinde bu bir nevi dışardan bakmanın zihinsel temrinlerini sergiler. Waldo Sen Neden Burada Değilsin? sadece bir hayat hikayesi değil, o hayatın duraklarının haklılaştırılmasının yalın bir örneği olarak kaydedilmelidir. Özel sonraki eserlerinde pek de karşımıza çıkmayan bir alçakgönüllülükle, kendi dönüşümü aracılığıyla Türkiye siyasi tarihinin önemli bir dönemine ışık tutmaktadır. 

***

Tabiatıyla bu kısa değerlendirmenin tüketemeyeceği bir olguyla karşı karşıyayız. İsmet Özel aynı zamanda bir “kamusal entelektüel figürü”dür. Gazete yazıları, tartışmaları, onayladıkları ki pek azdır ve onaylamadıklarıyla ki pek çoktur, her zaman “sahnede” olmuştur. 1990’ların ortalarından itibaren düşüncesindeki dönüşümün kendi fikirsel geçmişinde bazı izleri bulunmakla birlikte, yine de artık agresif bir dil ve herhangi bir uzlaşımın baştan reddedildiği bir gerileme (öne çıkma) şairin yeni döneminin ipuçlarını verir. “Görkemli yalnızlığı”ndan vazgeçerek bir dernek kurup “sıradan insanlarla” iş tutmaya karar verdiğinde, bundan sonra edebiyat ortamı ve entelektüel pazarın hiçbir normunu gözetmeyeceğini ilân eder. Çünkü zaten bunların üzerinde olduğu inancında olagelmiştir. Artık tutarlılıktan değil, bir solipsizmin herşeyin üzerine kapanmasından sözedebiliriz. Hüseyin Etil’in “partizan” kimliğiyle anlatmayı tercih ettiği şair, sonsuz bir masumiyet ve mutlaklık karinesiyle sarıldığı “müslüman olan”ın ırksal, sınıfsal ve kültürel dışlayıcılığının savunuculuğunu yapar. Sosyalist hareketten tevarüs ettiği şeyin, entelektüel değil afektüel oluşunu, şairin blazer ceketiyle ve kravatıyla Kozlu Yürüyüşü’nde en önde olmasına rağmen, (onun gibi söylemeyi deneyeyim) Beykoz’daki grev yapan işcilerin yanına bile uğramayışıyla açıklayabiliriz. İddia edildiğinin aksine, düşünsel bir süreklilik yoktur; “iç dünyası olan büyük bir ben”in duyuş ve sesleniş sıçramaları vardır. Ve bu konuda, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil’le sanıldığından daha fazla ortaklığı vardır. Tarihte kendisiyle bir başlangıç oluştuğu vehmindeki her insanın, bu vehmini kendisine iade etmekten başka yapılabilecek bir şey yok sanırım. 

***

Bunun sadece İsmet Özel’e atfedilemeyeceğini, bu “patolojinin” İslâmcı düşüncenin bütününde yürürlükte olduğunu belirtmeliyiz. Şu satırlar mesela Nuri Pakdil hakkında yazılmıştır: “Çelik Adam’ın geçmişe ve geleceğe ilişkin bütün değerlendirmeleri, umutları ve korkuları, düşünsel, kültürel, sanatsal kurguları, sonuna dek sadık kaldığı, hiçbir koşulda ve yarar umma mantığı düşüncesiyle değiştirmediği ilkeleri, inandığı ve doğru bildiği konusunda ödünsüzlüğü, çizgisindeki ısrarı, buna karşın adeta bütün bir dünyayı elinin tersiyle itercesine vazgeçmişliği, hiç kimsenin önemsemediği ayrıntılarda bütün insanlığın geleceğinin imarını görmesi, kaybedilenin de kazanılanın da imanî ve insanî duyarlıklarımızla, bu duyarlığın sonuna kadar korunmasıyla doğru orantılı olduğuna dair bilinci… Artık onun varlığı haline gelen ateşi, en yakınındakini yakıp kül ederken, yüzünü görmediği bir insanın uğradığı zulümden ve yeryüzünün tümünde olup bitenlerden kendisini sorumlu görür; bu acıyla da kendisi yanar.” Burada bir kalem erbabını anlatmaktan daha fazla bir şey var. Neredeyse yarı peygamberane, mitik, benzersiz bir personanın tasviriyle karşı karşıyayız. Oysa, Pakdil, yaratmaya çok emek verdiği, oluştuğunda da en başta kendisini boğan o imgeden kurtulup bir çocuk haylazlığıyla yaşamaya başladığında hiç de öyle olmadığını görecektik. Necip Fazıl’ın, Karakoç’un, Pakdil’in, Özel’in her birinin kendisine özel, handiyse resmiyet kazanmış imgelerinin, düşüncelerine, sanatlarına ve belki de kişiliklerine bir katkısının olmadığını, tam tersine bu imgenin kurumsallaşmasının düşünsel ve sanatsal bir regresyona yol açtığını söylemek zorundayız. Söylemin düşüncenin, jestin eylemin, çenebazlığın sanatın yerini aldığı bir çaresizlik vadisinde, sonraları pek de önemsemedikleri şair/sanatçı kimliklerinden başka onları öne çıkaracak bir şeylerinin kalmaması da acıdır. 

***

Bir kere daha vurgulamak gerekirse, bu yazıya konu olan insanların farklılıkları şair olmalarından, sanatlarından gelen bir özgünlüğe sahipti. Onlara mücadele gücü veren şey sanatlarıydı, bu sanata bağlı kaldıklarından ve başka şeyleri azımsadıklarından değil, sanatlarında vaadettiklerinden vazgeçtikleri için kendilerinin bile gerisine düştüler. İslamcı düşünce için yayıp ettiklerinin pozitifi, kendi sanatlarına sahip çıkmaya devam ettiklerinde aktif hâle gelmişti. Öncüllerinin olmamasına rağmen, her birinin şahsi emekleriyle kazandıkları yer bu gözlemi doğrular. Ancak daha vahim olanı, maalesef, bir ardıllarının olmaması: bir kişiden değil, devam eden bir düşünceden, bir bakıştan söz ediyorum. Ne düşüncelerini ne sanatlarını devredebilecekleri bir birikim var. Kendilerine benzeyen bir sürü insan ürettiler ama bu insanların hiç birisi ortadaki mirası sürdürebilecek niteliklere sahip olmadığından, şarkılarını söyleyecek kimse kalmadı ve olmayacak da. Büyük bir enerji ve çaba gerektiği ortada olan külliyatları okunmayacak. Hâlen gösterilen saygının, görmezlikten gelmenin en iki yüzlü yolu olduğunu vurgulamak gerekir. Şairler ve düşünürler peygamber olmak zorunda değiller; olsalar bile, onları artık şair ve düşünür sayamayız. Peygamberliğin hakikatine değil, insanların varsa doğrularına ve bir o kadar da yanlışlarına değer verdiğimizde, bu ikilemi aşma yönünde bir adım atmış olacağız.

AHMET ÇİĞDEM KİMDİR? 

1964 doğumlu. Sosyoloji, siyasal ve sosyal teori alanında muhtelif çalışmaları mevcut. Ağırlıkla modernlik, dinsellik ve geç dönem Türkiye siyaseti üzerine yazıyor. Yayınlanan son kitabı: Mucizenin Etik Uğrağı (Ankara: Felix, 2019).