Evde on ikinci günüm.

Serimde biraz seyyahlık, fotoğrafçılık olduğunu bilenler, bu on iki günün benim için ne anlam ifade ettiğini iyi bileceklerdir.

Şikayetçi miyim?

Asla!

Rabbimizin bu gününe şükür; yaşadığımız şartlar itibariyle bir sonraki an’da alacağım nefesin mahiyetine dair küçücük bir öngörüye bile sahip olmaktan mahrum olsam da, şikayetçi değilim.

Çünkü, ilk kitabımın ve oradaki ilk sorumun evle ilgili oluşundan beri bilirim bir evin ev olmaktan çok daha fazlası olduğunu:

“Ev, nedir ev? Ev bir dünyadır! İmgeleriyle, imgelemimizi dolduran bir dünya. Hadi tanımlayalım imgelemimizi, hadi soyutlayalım evi oradan. Bu mümkün mü? Kelimelerin ve deyimlerin evi sözlükler nasıl da küçülürler ‘ev’ ve onunla ifade edilebilen şeyler sözkonusu olunca, nasıl büzüşür, kısırlaşır, ille de bir tanım için ekler aranırken nasıl bocalar ve bir çıkmaza doğru nasıl boyunları bükük yuvarlanırlar.”

Şu on iki günlük zorunlu sığınmanın eşliğinde, bugünden baktığımda ise, evimi bir deniz gibi görüyorum.

Deniz!

Neyin denizi?

Elbette, denizlerin bile emsal olamayacağı genişlikteki hayallerin denizi!

Şeyh Muhyiddin’in “sahili olmayan, umman” olarak nitelediği deniz!

Gerçeğe sığamayanların sığabildiği hakikat!

Mümkün ile imkansızın, var ile yokun, geçmiş ile geleceğin, şimdi ile an’ın kiyazmasından yavrulayan birlik!

Ekilenden çok fazlasını biçebildiğimiz en münbit tarla!

Hatırlayışlarla erken geçmişin bugüne geç gelişi ve kendiliğinden erken gelen gelecek hatıralar:

“Ağlarsan duyulsun için hangi evin kapısını açık bıraktılar, nefesin genişlesin için hangi evin penceresini açtılar, üşümeyesin için hangi evin ocağını yaktılar?

Sen hangi evin ışığını yaktın, hangi evin halılarına nakış kattın minik topuklarınla? Hangi evin kaplarından yemek yedin, hangi evin ekmeklerini düşürünce raflardan, hangi yüzler asıldı sana karşı? Hangi evin küçük putlarını kırdın? Hangi evin çatısından kuşlar uçurup, hangi bacalardan taşlar yuvarladın? Hangi evin bahçesine girdin yüreğinde korkularla, hangi evin bağını yoldun, hangi evin camına çakıl, hangi evin damına taş attın?

Hangi evde telaffuz ettin ilk kelimeleri, şeyleri nasıl isimlendirdin, hangi evde Allah dedin, hangi evde öğrendin mazini? Hangi evde Hendek’teki Gül’ün karnında taş olmak istedin, hangi evde kurtardın Şehrazat’ı zalim padişahın elinden, hangi evde bir tahta parçasını Zülfikar eyleyip, hangi müstekbirin evine cenk eyledin?”

Hayal diyorsam, sadece yan gelip hülyalara dalmayı kastetmediğim açıktır.

Çünkü aynı zamanda hakikatin eşiğidir hayal; yeni tefsirlerin izi, düşünmeyi düşünmenin özü, yeni keşiflerin ve kanaatlerin beşiğidir hayal!

Elan, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın, vefatının 47. yılında Aşık Veysel’e ithafen söylediği “Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz” türküsünü dinlerken yazdığım bu satırların, ancak hak edenlerin kalp gözüne vuran nurun keşfine bitişmesi...:

çırpınıp içinde döndüğüm deniz

Dalgalanır coşar ürüzgarından

Mevce gelip coş eyleyen aşkımız

Ah çektikçe kaynar gelir derinden

Derya coşar inci saçar kenara

Aşk ehli dayanır ateşe kora

Bülbüller gül için giymişler kara

Seherler uyanır bülbül zarından

Aşıklara gurbet bülbüle firkat

Derdimi sorarsan dürülü kat kat

Ey gönül derdinden etme şikayet

Yüce dağlar gurur duyar karından

Dert ile nihmete dalmayan aşık

Ne yemiş ne doymuş eli bulaşık

Kınaman veysel’i fikri dolaşık

Ayrılmış yarinden yar diyarından

Aşık Veysel’in denizi gördüğünü hiç sanmadığım gibi, İbrahim Kalın’ın bu türküyü söylerken deniz kelimesini fiziki denizden ibaret olarak düşündüğünü de hiç sanmıyorum.

Cifte katlanmış bir hayalin içinden geçmekle, yukarıda zikrettiğim hülya ile hakikatin tanıklığına çağrılıyorum: Ev-denizim genişliyor, gönül denizim coşuyor, göz denizim dalgalanarak yağmura duruyor!

Aşık Veysel dış olanın iç ve dolayısıyla dışta olan içte olduğunu görüyor. Fiziki gözlerinin kapalı oluşunun kaynaklanan keşif eksikliğini, kalp gözüne nuru davet eden hayaliyle gideriyor. Hem öyle bir gideriyor ki, dar’lık kelimesi adeta varlığından utanıyor.

Herkes Aşık Veysel değil elbette; herkes ev-cilleştirilmiş bir hayal kısrağına sahip değil! Ama, hiç kimse, eğitim seviyesi, bilgi düzeyi, sosyal rolü ne olursa olsun bu imkandan yoksun da değil!

O halde, “eve sığamadın, sokağa indim” diyenlere, İbrahim Kalın’ın sesinden Aşık veysel sözünü dinletelim.

Evlerine sığamadıklarını düşünenleri, hayallerinin ve gönüllerinin genişliğine davet edelim.

Suçlamalayım lütfen onları, “ev-deniz kardeşim” diye seslenelim onlara.

Ev-deniz!

Ev-deniz!