Türkiye’nin Suriye’de, Fırat’ın doğusunda Amerika ve PKK/YPG güçlerince işgal edilen yerlerde 9 Ekim günü başlatmak zorunda kaldığı askerî harekât, dünya dengelerini epeyce zorladı. Halbuki, Amerika da, Rusya da, İsrail ve NATO ülkeleri de ve onların bölgede kendi hizmetleri için kukla olarak silahlandırıp kullandıkları mahallî-etnik güçler de başka hayaller taşıyorlardı. 

Eline silah alan kim olursa olsun, karşısındaki silahlı güçle bir güç yarışına girdiği zaman, neticesini taa baştan göze almak zorundadır.

***

Dün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı dinlerken, bir prensibini tekrarladığını gördüm. ‘Dikleşmeyeceğiz ama dik duracağız; gerekirse, bedel de ödeyeceğiz’ diyordu. 

Bu, son derece kesin ve ertelenemez bir kararlılığı göstermesi bakımından ilginçtir. 

- Siyonist İsrail rejimiyle fiilen yapışık kardeşlik durumunu saymazsak-, Suriye’yle hiçbir sınırı olmayan Amerikan emperyalizmi, 15-20 bin km. öteden; Rusya da yaklaşık 1000 km. öteden; İran ise 300 km. öteden gelip Suriye’yi kendi isteklerine göre şekillendirmek isteğiyle yağmalama sofrasına oturmuşken; Suriye ile 100 yıl öncesine kadar 400 yıl birlikte yaşanmışlığı ve fiilen de 910 km’lik bir ortak sınır olan Türkiye’nin, yanı başındaki bu yangına seyirci kalması düşünülemezdi. 

Evet, komşudaki o yangına seyirci kalmak, o yangının kendi evine de sıçramasını beklemek kadar bir basiretsizlik körlük olurdu. 

2011 Baharı’nda Tûnus, Mısır, Libya ve Yemen gibi arap ülkelerinde arka arkaya meydana gelen halk patlamalarıyla, en kısa ömürlüsü 25 yıl olan baskıcı rejimler bir-bir devrilirken, sonunda o sosyal tsunami dalgası 50 yılı aşkın zamandır Baas ideolojisinin ve (Baba-Oğul)  Esed Hanedanı’nın tahakkümündeki Suriye’ye de ulaşınca, Türkiye, o yangının nasıl söndürüleceği konusunda, komşu olarak yardımcı olmak üzere, dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu defalarca Şam’a gönderip, üzerine düşen komşuluk hukukunu yerine getirmişti. Böyleyken, sanki, arap ülkelerindeki bütün o büyük halk patlamalarını Türkiye yapmış gibi, Suriye’deki büyük karmaşayı da Türkiye’nin tezgâhladığı iddiasına sarılan bizdeki kemalist-laik muhalefet cenahın körlüğü karşısında söz bulmak zordur.

***

Suriye Buhranı’ konusunda her ülke kendi maslahat ve menfaatine göre bir siyaset izlerken, Türkiye, kendisine sığınan 4 milyona yakın Suriyeli kardeşlerine kapılarını açmanın ötesinde, o yangının alacağı muhtemel yönlenmelere göre tedbirler de alacaktı, elbette.. Bu bakımdan, ‘Suriye Buhranı’ konusunda taa başından beri temkinli, tedbirli bir siyaset izleyen Türkiye, sonunda, ‘Barış Pınarı Harekâtı’nı yapmanın kaçınılmazlığıyla karşı karşıya kaldı. 

USA emperyalizminin önceki tehditlerine rağmen, bu harekât üzerine, iki NATO üyesinin askerî olarak karşı karşıya gelmemesi için Amerika sahneden çekildi. Ama bu geri çekiliş, Fırat’ın batısındaki Suriye’de zâten fiilî bir hâkimiyet oluşturmuş bulunan Rusya’yı, Fırat’ın doğusunda da devreye girmeye yöneltti ve Türkiye ile işbirliğini kabul ederek, Suriye’nin tamamında söz sahibi olmak imkânını elde etti.

***

Rusya bunu yaparken, Türkiye’yi NATO’dan ve dış siyasetinde 200 yıldır etkili olan Batı Kulübü’nden koparmayı hedefliyor olabilir. Ama Erdoğan da, NATO ve Batı dünyasıyla Rusya arasında, her iki tarafla diyaloğu koparmadan, kararlı bir siyaset izledi. Trump ise Suriye’deki petrol bölgelerini güvenlik altına almakla yetineceklerini açıkça beyan etti. 

Ancak Amerikan Temsilciler Meclisi, Suriye’de Rusya’nın gerisinde kalmanın ve meydana gelen boşluğun hemen Rusya tarafından doldurulmasının hıncını Türkiye’den çıkarmak için 1915- Ermeni Soykırımı iddialarının doğruluğu konusundaki bir kararı büyük bir çoğunlukla kabul etti ve kezâ, Türkiye’ye ekonomik yaptırımlar yapılması yolunda bir kararı da… 

Zor bir dış politika... Hele de dikleşmeden vedik durmak... 

Mevcut durumda, en mâkul ve haysiyetli tutum budur;  ödenecek bir bedel varsa, ona da, eyvallah!.