Sebep ve sonuçları ile aslında apaçık yeni bir dünya savaşının çoktandır başlamış olduğu ortadadır. Belki bu başlangıç I. Körfez savaşına yani 1990’lara kadar geri uzanabilir. Ancak içinde bulunduğumuz süreçte henüz taraflar ve tarafsızlar netleşmemiştir. Bunun da temel sebebi önceki dünya savaşlarında olduğu gibi savaşa temel teşkil edecek doktrinin ne olacağının kesinleşmemiş olmasıdır. Kimyasal silahlar, terör, demokratikleşme (Arap Baharı) ve son olarak vekâlet savaşları adı altında yürütülen “yumuşatma harekatı (muhtemel genişleme alanları için)”, yeni dünya savaşında bir taraftan ayak bağı olabilecek ya da figüran olacak ülke ve coğrafyaları belirginleştirirken diğer taraftan merkez güçleri veya baş rolü oynayacak devletleri birer birer ortaya çıkarıyor. Trump’ın esasen seçim vesilesi ile Biden’a yüklenirken sıraladığı dünya liderlerinin isimleri aslında savaşta başrolün kimlerde olacağını kısmen açık etmiştir.

Bu merkez güçlerden biri ilk körfez harekâtından buyana ABD’nin şamar oğlanı pozisyonundaki yaşlı Avrupa olduğu bellidir. Bush ve Obama şöyle dursun bilhassa Trump’ın aşağılayıcı, alaycı tavır ve sözleri karşısında bir Avrupa ordusunun kurulmasının yüksek sesle dillendirilmesi boşuna değildir. Ne var ki Avrupa’nın güneydoğu ve doğusu “yumuşatma harekâtına”  maruz kalan bölgelerdendir. Kuzey batıda İngiltere birlikten çıkarak kendini ayrı bir merkez güç olarak ilan ederken, Kuzey doğuda Norveç ve İsveç eskiden beri Avrupa’ya zaten mesafelidir. Almanya her ne kadar Doğu Almanya’yı kendine ilhak etti ise de Rusya’nın Doğu Avrupa’da Ukrayna’ya müdahalesi, Kırım’ı ilhakı ve kuzeye doğru Belarus’a ve diğer Baltık ülkelerine yönelik politikaları, bu yumuşatma bölgesinde kendi lehine Avrupa’ya karşı başarılı bir şekilde ön almaya çalıştığını göstermektedir. Avrupa birliğine hiçbir şekilde alınmak istenmeyen hatta onlarca Avrupalı olduğu dahi kabul edilmeyen Türkiye’nin kurulacak Avrupa ordusuna dâhil edilmeyeceği açıktır. Bu nedenle güney doğu Avrupa’da cephe ülkeleri olarak görülen başta Yunanistan olmak üzere Balkan ülkelerinin Türkiye’ye karşı koşulsuz desteklenmeleri, tahrik ve teşvik etmeleri bu stratejilerinin bir gereğidir. Avrupa Birliği’nin iki dominant ülkesi Almanya, Rusya’ya karşı Doğu Avrupa ve Balkan konularında öne çıkarken, diğeri Fransa bir yandan Afrika’da sahra altı sömürgelerini korumak için diğer yandan da Akdeniz’de kıyısı olmakla Libya, Yunanistan ve Rum Kesimi merkezinde yani Doğu Akdeniz meselesinde Türkiye’ye karşı inisiyatif almaya çabalayarak, aralarında görev dağılımı yaptıkları açıktır.

Şimdi Uzak Doğu’dan Avrupa’ya boylu boyunca uzanan Rusya Federasyonu’na bakalım. Son otuz yılda ülkemizde hiçte azımsanmayacak şekilde Rusça’yı ve coğrafyasını iyi bilen uzmanlar ithal veya içerden ülkemizde her kesimden yetişti.  Neredeyse hepsinin ağzından bir Rus gazı (38 trilyon metreküp)dır, Putin hayranlığıdır, almış, yürümüş gidiyor. Onlardan hiç Tataristan gazı, Başkurt petrolü, Yakut, Çuvaş, Hazar gazı, petrolü, enerjisi  vs. diyeni duydunuz mu? Yahut da Rusya’da enerji kaynakları nerelerde? Altını çizerek anlatana rastladınız mı? Elbette bunun altında bir bit eniği var. Rusya, Türkiye gibi üniter bir devlet değil, zoraki bir Federasyon sonuçta. Aynı durumun her ne kadar yumuşatma harekâtına maruz kalsa da bir merkez güç olarak ayakta durmaya çalışan İran’da da söz konusu olduğu düşünülürse; Rusya, İran ve Kazakistan üçgenindeki enerji kaynaklarının dünyanın yarısından açık ara fazla olduğu görülür. Bu coğrafya Turan’ın, batı diliyle Pan-Türkizm’in coğrafyasıdır. İşte Tataristan gazı değil de Rus gazı denilerek örtülmeye çalışılan Rusya’nın ve İran’ın korkulu rüyası Pan-Turkizm’in enerji kaynaklarıdır. Bu ülkelere gidenler bilir. Orada sizin hakkınızda ilk araştırılan Pan-Türkist olup olmadığınızdır. Nitekim Putin, Kazakistan halkını aşağılayınca Türk Dünyasının Bilge lideri Nazarbayev, Hun ve Gök-Türk tarihi, Türkçe konuşan değil, “Türk Cumhuriyetleri “ hatırlatmaları ile Putin’e cevap verdi. Pan-Türkizm, Avrupa’nın da istediği bir şey olmadığı gibi, tehdit olarak gördükleri bir durumdur. Nitekim Yunanistan’ın çığlıkları arasında bu da vardı. Ancak yakın tehdit Rusya olduğu vakit Pan-Turkizm, Avrupa’nın da ilacıdır. İşte bu noktada ne Almanya, ne de ABD Türkiye’yi keyfince kenara itemeyeceklerini bilirler.

Doğu Akdeniz, Avrupa için geçmiş her çağda olduğu gibi hayatî bir konudur. Avrupa ekonomisinin ana damarlarından biridir. Bu nedenle Anadolu dışında Haçlı Seferlerinin ana güzergâhıdır.  Doğu ve Güney Akdeniz kıyıları Arap Baharı ile yumuşatıldı ve yeni dünya savaşında Araplar, İsrâil’in merhametine terk edildi. Ancak Doğu Akdeniz’in kuzey kıyılarında Türkiye, gezi olayları, hendek savaşları,  fetö ve ekonomik darbelerle Araplarla aynı kadere mahkûm edilmek istendi. Türkiye bu badirelerden beklenenin tersine güçlenerek çıktı. Başarılı sınır ötesi operasyonlar ve üsler ile bu yeni savaşta merkez bir güç olarak başrolde yerini aldı. Mavi Vatan projesi ve Libya ile yapılan anlaşmalar, Akdeniz’de diğer merkez güç olan AB ile Türkiye’yi bir kez daha karşı karşıya getirdi. Yumuşatma alanındaki Yunanistan ve Rum kesiminin Batı veya Rusya arasında bir seçim yapmak zorunda bırakıldığı aşikâr. Yunanistan şimdilik AB ve ABD kozlarını oynamayı, bu nedenle mezhep ve tarihsel birlikteliği olan Rusya ile arasına mesafe koymayı siyasetine uygun görüyor. Ama bu şu anda Yunanistan’da en çok tartışılan konu; Fransa’ya ve Almanya’ya hatta ABD’ye ne kadar güvenilebilir? Zira Avrupa’dan yahut diğer adıyla Haçlılardan Müslümanlar kadar geçmişte en fazla zarar gören ve ihanete uğrayan Yunanlılar oldu. Aynı tereddütleri Türkiye’nin doğusunda tarihsel bir gerçeklik içinde Ermenistan’ın da yaşadığını bu arada belirtmek gerekir. Üstelik Rusya pozisyonunu Doğu Akdeniz kıyılarında Suriye himayesi üzerinden güçlü bir şekilde konumlandırdı.

Doğu Akdeniz’de Rum yönetimine silah ambargosunu kaldıran ABD, başkanlık seçimleri vasıtasıyla esas ve öncelikli hedeflerini daha açık ifşa ediyor. Bu anlamda Çin ve Kuzey Kore merkez gücü etrafındaki Uzak Doğu, Güney Doğu Asya ve Pasifik hâkimiyeti ABD açısından birinci derecede güvenlik ve hâkimiyet meselesi olarak ön plana çıkıyor. ABD, bir taraftan Kuzey Kore’ye baskı kurarak, diğer taraftan Hindistan’ı Çin’e karşı kışkırtarak Çini bölgede siyaseten yalnızlaştırmaya, öte yandan da ekonomi alanında Çin’i çökertmenin yollarına bakıyor. Uygur, Tibet ve Hong Kong olayları bu işin diğer uzantıları. Tabiidir ki, bu bölgede ön plana çıkan en belirleyici unsur nükleer silahlar veya nükleer savaş tehlikesi. Pek çok ciddi siyasî meselelerin olduğu bölgede Çin, Kuzey Kore, Hindistan ve Pakistan Nükleer güç sahibi ülkeler.

 Hal böyle olunca bu ülkeler arasında var olma mücadelesi veren Pakistan’ın nükleer güce sahip olma macerası, Türkiye’nin örnek alması gereken bir hikâyedir. Rusya başta olmak üzere İsrail, Fransa ve ABD’nin ülkemizi kuşatmaya çalıştığı şu günlerde bu hikâye bize çok şey anlatmaktadır.  Pakistan, Hindistan’ın nükleer silahlara sahip olması ve nükleer denemeler yapması karşısında, “Hindistan yaparsa biz de atom bombası yaparız, gerekirse aç kalır, ot yeriz.” diyerek, işe girişti. 1972’de Pakistan Cumhurbaşkanı Bhutto, Avrupa’da ve ABD’de nükleer alanda doktora yapan Pakistanlı fizikçilerden atom bombası yapmalarını istedi. Hindistan 1974’de ilk atom bombası denemesini yapınca Pakistan projeyi hızlandırdı. 1998’de Hindistan beş atom bombasını patlatınca her türlü siyasî, ekonomik ve ilmi zorluklara rağmen projeyi başarıyla tamamlayan Pakistan da beş atom bombasını yer altında patlattı ve nükleer bir güç olduğunu dünyaya ilan etti.

Nükleer güçlerin eşitsizlik ve pervasızlıkları karşısında Kuzey Kore ve İran, Pakistan’ın “Gerekirse aç kalır, ot yeriz.” iradesiyle Batılı Nükleer güç sahiplerine karşı direnerek, onur savaşı vermektedirler. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanımızın ifade ettiği gibi, malum ülkeler nükleer bombalara ve nükleer füze başlıklarına sahipken, “sen sahip olma” demeleri, “sen sömürgemiz (uşağımız) olarak kal” demekten başka bir anlama gelmemektedir. İşte Doğu Akdeniz meselesinde Fransa’yı efelendiren gerçek sebep, ellerindeki nükleer bombalardır. Ancak şartlar değişiyor. Rahmetli Erbakan Hoca’nın bir zamanlar sözünü ettiği atom bombasını olduğu yerde ya da seyir halinde iken ters yönde hareket ettirerek imha edebilecek elektronik sistemler hızla gelişiyor. Son yaşanan Azerbaycan-Ermenistan gerginliğinde Azerbaycan’ın “Gerekirse Ermenistan’ın Nükleer santralini vururuz.” beyanı çok şey ifade ediyor. Fransa, ABD’den sonra 58 Nükleer santralle dünyada ikinci sırada. Bu da şu demek oluyor ki, bu nükleer santrallerin bulundukları yerde TİHA ve SİHA’larla imha edilmeleri her halde sadece Fransa’nın değil Avrupa’nın yok olması demek olacağını herkes biliyor. Fransa’nın nükleer tehdidine karşılık Sayın Cumhurbaşkanımızın Doğu Akdeniz meselesinde “Fransız halkı muhteris ve kifayetsiz yöneticiler yüzünden ödeyecekleri bedeli biliyor mu?” sorusu bu noktada anlamlı bir uyarıdır.

Sonuç olarak, yeni dünya savaşı çoktan başlamıştır. Ancak, savaşta taraflarca temel argüman olacak sebeplerin meselâ din temelli mi olacak? Kesin bir cevap verilemiyor zira karşı taraflar arasında kendi inanç ve mezhebinden ülkeler var. Öyleyse savaşın dinî mi, etnik veya bölgesel ortak geçmiş mi, jeopolitik mi? Yahut sade ve ağırlıklı bir biçimde ekonomik çıkar temelli mi olacağı henüz netleşemediğinden, merkez güç konumundaki devletler küçük bir alanda bile alanın bir tarafında müttefik diğer bir tarafında düşman pozisyonunda veya farklı denklemlerde yer alabilmektedir. Bu durum ilânihaye devam etmeyecektir. Savaş kıvılcımının çıktığı yere göre sebeplerden biri ağır basacak, müttefik ve düşman taraflar netleşecektir. O vaktin çok geç olmayacağı yaşadığımız hızlı siyasî akıştan bellidir. Dolayısı ile ülkemizin elinin daha güçlü olması babında Pakistan’ın ““Gerekirse aç kalır, ot yeriz.” açıklaması parola edinilerek, devlete kalıcı mali yük teşkil eden bazı kalemlerin ötelenmesi gibi, buralardan elde edilen kaynaklarla bir an önce caydırıcı nükleer silahların yapımı için acele edilmesi, hem hayatî bir meseledir hem de Türk milletinin aydınlık geleceğine önemli bir adım olacaktır. Global ölçekte Doğu Akdeniz gerginliğine, Yunanistan ve Türkiye’nin teke tek savaşabileceği bir mesele olarak değil, sürmekte olan dünya savaşının kıvılcım yeri olur mu olmaz mı? Buna bakılmalıdır.