Kurulduğu günden insanların ayak bastığı güne, yine insanların ayaklarının üstünden kaybolacağı ve -belki de- tamamen yok olacağı zamana kadar, dünya hep eksikliklerin, yarım bırakılmışlıkların, mahrumiyetlerin yurdu olmaya devam edecek. Çünkü varlıkları ve nimetleri geçici, geçici olarak verilecek ve hep bir yanı eksik olarak verilecek.

Dünyanın dengesi; azlarla çokların sürekli yer değiştirmesi, birinde olanın diğerinde olmaması, bugün verilenin yarın alınması, devranın hep dönmesi üzerine kuruludur.

Ebediyete kadar sürecek bir güç ya da iktidar olmadığı gibi, zenginlik ve varlık da yoktur. Tıpkı bunların tam aksinin de edebi olamayacağı gibi.

Hayatın ve ölümün olduğu, yani insanın varlığının başlangıcının ve sonunun olduğu bir yerde; diğer tüm mahlukatın da, bu intizama tabi olduğunu tahmin etmek için çok şey bilmeye değil, iman etmeye ihtiyaç duyuyoruz. Gerçi bilgi de bunun ispatından ibarettir.

Bilmek dediğimiz şeyin nihayetinde, mesela Cern’de yapılan deneyin sonunda, insanlığın ulaşacağı zirvenin en tepesinde bulacağı şey; Allah(cc)’in hayatı ve ölümü yarattığından başka bir şey olamayacaktır. Tabi bunu itiraf ve kabul, ikrar ve iman etmek ayrı bir nasip meselesidir.

Kadim bilginin ve erdemli insanlığın ortak kanaatidir ki; “her yeni eskiyecek, her doğan ölecek” ve fakat “utanmayan istediği her şeyi yapacak”. Yani bu gerçeklerle yüz yüze kaldığı halde, insanlığın en zayıf yanı olarak, adeta boş kalede çizgi üstünde duran topu taca atmayı başaracak.

Dünyanın inkar edilemez ve değiştirilemez gerçekleriyle iç içe yaşarken, bunlardan azade ve başka bir yol tutarak kendini kandırmakta, başkalarını bir yalana inandırmaktan daha beceriklidir insan evladı.

Hayat yarım kalacaktır, çünkü ölüm var. Hayatın içinde elde edilecek her şey eksik ve yetersiz olacaktır, çünkü ahiret ve cennet var. Ahiretten nasibi olanın dünyadan eksiği illaki olacaktır. Hatta ahiretten nasibi olmayanın da dünyadan pek çok eksiği olmaktadır.

Dünyanın en varlıklı insanları da, en fakir garipleri de; neticede temel kapasitesi 2 litre olan ve mide denilen küçük bir torbayı doldurmak zorundadır, en azından bunun gayretindedir. Yine her türden ve sınıftan insan, yediği ve içtiği her ne olursa olsun; sonunda iki dizini büküp çökmek zorundadır.

Yaratılışının kanununa direnmeye kalkan, hayatını zehir eder. Hep yemek ve hiç çıkarmamak mümkün müdür? Hep almak ve hiç vermemek mümkün mü?

Bedenlerimizin bizi mecbur ettiği hayat kaideleri kadar, ruhlarımızın bizi meylettirdiği kurallar da vardır. Hepsinden azade, her şeyden müstağni olmak yaratılmış olmaya terstir.

Bütün bu serencamın neticesi, kul olduğunu fark etmek ve evet, köleliği boyun eğmekten ibarettir. Kul ve köle aynı anlamdadır değil mi?

Özgürlük teraneleri okuyanların, aslında Allah(CC)’e kul olmaktan vazgeçtiklerini ve bunu kulaklara hoş gelecek bir kelimeyle ifade etmek istediklerinden, kendilerini ve başkalarını bu büyük yalana inandırmak için kullandıkları, şeytani bir yalana teslim oldukları ortadadır.

Onların özgürlükten kastı; helal ve haramların olmadığı, suç ve cezanın düşünülmediği, dünyanın ve ahiretin hesap dışında bırakıldığı, fıtratın bütün kural ve kanunlarının inkar edildiği ve aksinin icra edilmek istendiği, tepeden tırnağa bir şeytani isyan hayalinden ibarettir.

Ve fakat; kıyamete kadar izin verilen şeytan gibi, kıyamete kadar yeryüzünde de isyan ve nisyan eksik olmayacaktır. Bu dünyanın eksikliğinin ve yarımlığının bir diğer yanıdır. Küfrün ve haramın da yaşanmasının da mümkün olduğu yerdir dünya.

Hiçbir zaman tertemiz olamayacaktır, hep bir yandan kirlenecek, bir yandan temizlenecektir. Hiçbir zaman bitmeyecektir zulüm ve isyan, bir yandan zalimler, diğer yandan mazlumlar akacaktır dünya sahnesine.

Her şeyin yolunda olduğu bir dünya yoktur, aksine bir şeylerine mutlaka yolunda olmayacağı bir yerdir dünya.

Muratların, arzuların ve heveslerin yarım kaldığı yerdir dünya.

Dünya bir hayaller ülkesi, bir efsaneler yurdudur. Bir uyku tulumudur; uyanılacak, içinden çıkılacak ve kabre girilecektir.