Kalbine yolculuk yapmak isteyenlerin ilk cesaretli eylemleri dünyayı bir tekbir ile geride bırakmaktır. Böylesi iddialı cümleler karşısında klavyenin yüzüme bakıp şaşırdığını tahmin ediyorum. Zira kalemle dertleşirken yaşadığını yazmak, yazdığını yaşamak ve bu ıstırabı kelimelere hissettirmek bir yazarın en büyük dertlerinden olmalı..

Modern zamanda dünyayı geride bırakmak öyle zor ki; tahammülsüz, çaresiz, teknolojiyi can simidi gibi gören, derinliğini yitirmiş insanların, kölesi oldukları şeyler karşısında verdiği mücadelenin adıdır hayat dedikleri. Yakın çevremize bakınca ‘yenisini al-tüket’ döngüsünde kaybolan, kapitalizmin avuçlarında tükenen nice ömürler görürüz. Bir saniye sonrası için garantisi olmayan insanın teknoloji mağazasındaki bir yarışmada iki dakikada alması gereken ürünler için verdiği mücadele ne kadar aciz olduğumuzu anlatıyor. Alış veriş merkezlerinde bir kenara çekilip kalabalığı temaşa ediyorum. Bizi bu kadar kendimize yabancılaştıran ve ruhumuzu işgal altına alan, açık tabirle zombileştiren çılgınlığın sebeplerini düşünürken ikiz kardeşimiz olan Kitab’ın o müthiş ayetini hatırladım: “Çoğaltma tutkusu sizi oyalayıp durdu. Tâ ki mezarlıklara varıncaya dek..” (102/1-2) AVM girişlerine yazılmasını istediğim bu ayet şimdilik burada dursun.

Yıllar önce eleştirdiğimiz, ‘bunu nasıl yapabilirler’ diye kınadığımız davranışların öznesi olarak görebiliyoruz değil mi bazen kendimizi? İnsanı iddiasından vuran Allah, akıllı ve iradeli yarattığı kullarını sınıyor ve gören gözler artık körleşmeye, hisseden kalpler duyarsızlaşmaya başlıyor. Sahile vuran dalgalar gibi dokunuyor acılar insanlığa. Ve kaldığı yerden devam ediyor her şey.. Bir çocuk cesedi de olsa çamurun ortasında kaybolan, bizde bıraktığı etki birkaç dakika..

Lise çıkışlarında herhangi bir öğrenciyle çay için birlikte. Hayatta en çok değer verdiği şeyi, en son ne zaman başkası için bir şey yaptığını, yeryüzünde yaşanan acılar hakkında ne düşündüğünü sorun. Elbette ki bilinçli gençlerin sayısı artabilir fakat alacağınız cevaplar yarınlara dair bir derdi, sevdası olmayan, hedefsiz, ruhsuz ve bir o kadar da narsist hayatın anahtar kelimeleri olacaktır. Kendilerini ‘özgür’ hissettikleri, başkasının müdâhil olamadığı ve morallerini bozan her şeyin gündeme gelmesinin yasak olduğu bir dünyaları var. Hani Akif soruyor ya o meşhur şiirinde: “His yok, hareket yok, acı yok, leş mi kesildin?” diye.. Dünyada yaşanan adaletsizlikler, yoksulluk ve derin vicdansızlık karşısında insan, nasıl bu kadar kayıtsız kalabilir, nasıl kendini tanıyamayacak kadar fıtratından uzaklaşabilir bilmiyorum. Gençliğin bu duyarsızlık krizini tartışacaksak eğer giderek kendine yaşar hale gelen anne babaların sorumsuzluğunu gündeme almalıyız. “Evladınızla en son ne zaman baş başa konuştunuz? Ona karşı en çok kullandığınız kelime nedir? Geleceğine dair nasıl bir ufuk çiziyorsunuz?” şeklinde sorduğum sorulara verilen cevaplar özgüvensiz gencin/çocuğun değil depresif anne babaların olduğunu gösteriyor. Bir anne yeni alacağı mutfak eşyasını çocuğunun problemlerinden daha fazla gündeme alıyorsa, babalar maç izlerken evladı bir soru sorduğunda ‘sırası mı şimdi’ diye umursamıyorsa hep gençleri yargılama hakkına sahip değiliz. Akif’in ebeveynlere da bir serzenişi var o şiirde: “Kendin yanacaksan bile, evladını yakma!”

Yeryüzünde yaşanan vicdan erozyonunun çözüm yolu yürekleri saldırı altında olan liseli gençlerden, bilinçaltı tehdit edilen anaokulu çocuklarından geçiyor. Hep bahsediyoruz ‘önce kendi yüreklerimizde devrim yapalım’ diye fakat bu büyük eylem de tıpkı fotoğraflarda gördüğümüz acılar gibi değiştirmiyor hiçbir şeyi. İşte modern insanı kayıtsızlaştıran temel unsurun tekâsür krizi (çoğaltma tutkusu) olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlıyoruz. Zira iradesi çalınan, fıtratla olan bağı koparılan, hiçbir şeyle tatmin olmayanların derin yalnızlığının arka planında değerin yerini fiyatın aldığı emperyal düzen var. Duygularımız da tüketiliyor kalbimizin üzerine basa basa.. En büyüğe, en kalabalığa, en pahalı olana ulaşma derdinin insanı getirdiği nokta anlamsız bir hayatın ortasında mutsuz bir çehre, sağlıksız zihinler ve derin bir düş kırıklığı..

Kayyûm olan Allah’tan rol çalarak her şeyi yönetme, her şeyi bilme, her şeye ulaşabilme arzusuyla ‘unutulduğunun bile unutulacağı kulları’ dünyeviliğin karanlığına atan bu çoğaltma hırsı, yanı başımızda yaşananlar karşısında merhametsizliğimizin de nedenidir. Bugün bir yanımız mülteci adımlarla sığınacak kapı ararken, diğer yanımız o kimselerin bilmediğini bilen ırkçı tavırlarıyla kayıtsız kalabiliyor. En büyüğe ulaşma derdiyle güç sarhoşluğu yaşayan toplumların artan ahlâksızlık oranları da gösteriyor ki anlam arayan insanın vahiy merkezli İslam’a, özüne ve akideye hicret etmesi gerekiyor.

Zulmü yaşam tarzı haline getiren, yeryüzünde büyüklük gösterenlere o meşhur ifadeyi hatırlatalım bir kez daha:
Kebîr olan Allah Amerika’dan da, İsrail’den de, Rusya’dan da büyüktür..!