Peygamber Efendimiz “Birinizin elinde bir hurma fidanı varken kıyamet kopuyor olsa bile derhal onu diksin!” buyurmuşlardır.

Son birkaç yazıyı yazmak için bilgisayara oturduğumda, muhtelif şiddetlerde deprem sarasıntılarına maruz kalmanın bende yol açtığı korku, şimdi yeni bir yazıya otururken, malum hisler içinde bu hadisi farklı anlamlarıyla düşünmeme vesile oldu.

Bunları paylaşmadan önce, depremin de muhtemel muhatapları açısından bir tür kıyamet olacağı esasından hareketle, şu bilim ve ölüm meselesine biraz değinmek ihtiyacındayım.

Bilim kelimesinin, Kanal İstanbul tartışmalarında sıkça kullanılması nedeniyle, yine zihinsel bir baskı vasıtası haline geldiği malumdur. Bu sayede, ete kemiğe büründürülmedikleri halde, bir yerdelerde var olduklarına inandırılan ve söyleyip söylemedikleri ya da neyi nasıl söyledikleri asla tam olarak bilinmeyen ve bildirilemeyen meçhul ve bir o kadar da gizemli özel adamlar da türeyiverdi bu sayede. Bu namevcut adamlar, onlara maledilen ve asla itiraz kabul etmeyen bilimsel iddiaların(!) mevcut-meşkuk sahipleri olarak gündelik hayatımızın baş köşesine kuruluverdiler yine.

“Yine” diyorum çünkü, somut olarak görünmediği için Allah’a inanılmayacağı iddiasıyla, dini inancın kodlarını sarsmaya çalışan yerli sözüm ona laikçi, çağdaş, ilerici tayfanın ilgili iddalarını, namevcut olan bilim adamlarıyla tahkim etmeleri Tanzimat’tan beri maruz kaldığımız bir durumdur ki bu, o zamandan bu zamana kimi devirlerde biraz geriye çekilerek ya da biraz ileriye çıkartılarak, enselerimizde Demokles’in kılıcı gibi salllandırıla gelmiştir.

Bu kez konuyu daha da ilginç hale getiren şey, Kanal İstanbul tartışmaları başlamadan yaklaşık iki ay önce, Türkiye’de en çok bilim adamlarına, doktorlara ve öğretmenlere güvenildiği, din adamlarıyla, politikacılara ise güvenilmediği sonucu içeren, uluslarası bir anketin medyaya servis edilmesiydi.

“Bilim adamları diyor ki...” klişesi, “Dünyanın en büyük ve en güvenilir(!)” bir araştırma şirketinden iletilen bilgi olması nedeniyle, reddi de imkansızlaştırılan mezkur sonuçla tahkim edilince, gerçekte bilimin zorunlu kıldığı kim, neden, ne zaman, ne için ve ne şekilde... sorularını da kendiliğinden geçersizleştirdi.

Bilgiye ulaşmak için kesintisiz bir koşu olarak nitelenen ve hep kendi ürettiği bir sonucu yeniden aşmak için kendisini süreklileştiren bilimden mamul bir modern hurafeyle yüz yüze bulunduğumuzun bir hükmü de yoktur artık. Zira, bu bahiste önemli olan, bilimin, insan insanışının hurafeye olan ihtiyacını da karşılar hale getirilmesidir.

Deprem esaslı sarsıntılarla ilgili bilimsel görüşler üzerinden açığa çıkan bu hurafenin müminlerde bir karşılığı yoktur; dinamik bir çabadan ibaret olarak bilimin, sürekli bir değişme serüveni olarak depremin neden ve sonuçlarını araştırması ne kadar doğalsa, tam zamanını belirlemeye muktedir olmadığı için, deprem karşısında acizleşmesi de bir bu kadar doğaldır.

Ölüm konusuna gelince.

Mümin açısından ölüm, korkulması gereken bir şeydir. Zira ölmek, iyiliğin ve kötülüğün yegane hasat yeri olan yeryüzünden, geriye dönme imkanı olmaksızın ayrılmak demektir. Bir mümin, iyiliğin hasadından yoksun kalması anlamında ölümden korkmalıdır. Ölmek üzere doğduğunu bilmek, inanmak cihetinden gereğini eylemeye yeterli bir neden değildir. Neyi neden yaptığını ve daha kaç vakte kadar yapabileceğini bilmek asıl uyarıcı olandır.

Bu manada ölüm, eylem bigisine bitişerek, eylemsiz kalmayı kendisine nihai had edinenin ferdi hesaplarından doğan kaygıları, endişeleri nedeniyle korkunun kaynağı haline geliverir. Değilse ölüm, varoluş düzeyleri arasında bir yer değiştirmeden ibarettir; üstelik yaşarken giderilmesi mümkün olmayan ahiret merakını giderebilme ihtimali bakımından da başlı başına bir güzelliktir.

Peygamber Efendimiz’in yukarıda zikrettiğimiz hadisi, vurguladığımız şekliyle bir müminin ölümden korkması esasında tavsiye değil, bir emirdir. İyi olduğuna inanılan eylemin, düzey değiştirme anında bile mutlaka yapılmasına memur edilmedir.

Bu yanıyla hadis, mümine düşünmesini olumsuz etkileyebilecek, aklının bulanmasına, doğru tercihinden şaşmasına neden olabilecek acil bir durum karşısında, yapılması gerekeni emir kipiyle söyleyerek, o şartlarda bile onun selametini sağlamaya mahsus Nebevi tutumun en güzel örneklerinden biridir.

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir diğer şey, elimizde hemen dikilmesi gereken bir fidanın bulunup bulunmadığıdır.

Elinde fidan olmayanın, mezkur emirden nasibi yoktur.