Enver Bozdemir anlatıyor:

Rüyâmda annem odamın kapısını açıp içeri girdi. Selâmün aleyküm, canım Zeyneb’im dedi. Karşılık olarak “Aleyküm selâm canım anneciğim” dedim. Etrafa öyle bir nûr saçıyordu ki, yüzüne ancak farları kısarak bakabiliyordum. Sanki ay dünya semâsından odamıza girdi de âvîze olup tavana asılmıştı. Ziyâsından gözlerim kamaşıyordu. “Hayrola anne,” dedim. “ne bu hal?” “Bilmiyormuş gibisin sanki! Sâyende umreye gidip geldim kızım.” “Öyle mi anneciğim” dedim ve kendisine sarıldım. Nûr yumağı yanaklarından doyasıya öptüm. Üstü mis gibi Hacer-ül Esved kokuyordu. Koku bana da sirâyet ettim. Derken bütün evimiz ayın kokuya garkoldu. Gözlerim doldu ve sevincimden hıçkırarak ağlamaya başladım. Bu rüyâdaki bir ağlamaydı, ama gerçeğe dönüştü. Derken annem uyandı ve beni uyandırdı. 

“Ne oldu kızım” dedi “niçin ağlıyorsun?” Biraz toparlanıp kendime geldikten sonra durumu hikâye ettim. “Ay kızım” dedi. “ben de bu gece ilginç bir rüya gördüm.” “Hayrola anne anlatır mısın?” “Bir anda kendimi Yeşilköy Havalimanı’nda umreye gidecek bir gurubun arasında buldum. Üstüm beyazlara bürünmüştü. Erkekler bir tarafta, hanımlar bir taraftaydı. Tabi ben de hanımların tarafındaydım. Hiçbirini tanımıyordum. Yanımda pasaport da yoktu. Mutlulukla-tedirginlik bir aradaydı. Kuyruk olduk ilerliyorduk. Sırası gelen pasaportunu görevliye gösteriyordu. Görevli de kontrol ettiğini içeri sokuyordu.

Sıra bana geldiğinde pasaportun dedi görevli. “Yok dedim.” Nasıl yok dedi. “Bayağı yok” dedim .Hüviyetini ver öyleyse dedi. O da yok dedim. Adın ne senin? dedi. Hatice Yılmaz dedim. Hemen internete girdi. Zeynep Yılmaz neyin oluyor dedi. Kızım dedim. Geç dedi, sen pasaportsuz gidiyorsun. İçeri geçtim. Ama içimde hiçbir tedirginlik yoktu. Sanki yıllarca umreye gitmişliğin rahatlığındaydım. İlginçtir ki üzerimde elbisemden başka hiçbir şey yoktu. Ceplerim de bomboştu. Ne para, ne de bir mendil. Anons yapıldı, uçağa bindik. Çok heyecanlıydım. Arabistan hava sahasına girince heyecanım bir kat daha arttı. Uçakta “kemerleri bağlayın, Cidde Havaalanına iniyoruz” anonsu yapıldı. Nihayet havaalanına indik. Uçakta hiç kimseyle konuşmadım. Bakalım nelerle karşılaşacağım düşüncesiyle yürümeye başladım.

 Terminal otobüsüne bindik. Çıkış peronuna indirildik. Kapı çıkışında peçeli genç bir bayanın elinde Hatice Yılmaz yazılı bir pankart görünce yanına gittim. “Sen Hatice Yılmaz’sın değil mi?” deyince evet dedim. Gel benimle dedi. Biraz ileride son model bir Mercedes’e bindik. Şoförlüğü kendisi yapıyordu. Beni arkaya oturttu. Eğer yanıma oturursan seni arkadaşım zannederler. Ama arkada olursan özel şoförün konumunda olurum. Zaten de öyleyim dedi. Teşekkür ettim kendisine. Araba müthiş konforluydu. Dışarısı çok sıcaktı. Arabaya biner binmez kendimi sanki Sultan Murat Yaylasında hissettim. “Klimanın ayarını sen ayarlayabilirsin” dedi. Ön koltuğun arkasındaki tuşları gösterdi. Dokunmatik olarak istediğin ayara getirebilirsin deyince eksi tuşuna bir kere dokununca istediğim ayarı buldum. Bak dedi hemen sağ tarafta buzdolabı var. İçindekiler üstte resimli olarak mevcut. İstediğini alabilirsin. Hemen yanında ise kafe var. Çay, kahve, süt ne istersen sıkılmadan alabilirsin. Şimdi Kâbe’ye gidiyoruz. Tahmini 10 dakika içinde oradayız. Kâbe’yi görür görmez ne dilekte bulunursan inşallah kabul olur. Şimdi niyetini yap, görür görmez de dileğini iste. 

Mutluluğumu tahmin edemezsin. Ellerim, ayaklarım titremeye başladı. İşte bak geldik. Arabayı firmaya ait özel bir alana park etti ve arabadan indik. “Gel canım” dedi, koluma girdi. Çok fasih Türkçe konuşuyordu. Hayretler içinde kaldım. O kadar mütevâzî, sevecen, sempatik biriydi ki anlatmam mümkün değil. Davranış biçimiyle bir meleği andırıyordu. “ileriye bakma, hep önüne bak” dedi. Devâsâ, muhteşem bir kapıdan içeri girdik. Biraz ilerledikten sonra “şimdi dur” dedi. Tam Kâbe’nin karşısındayız. Haydi başını kaldır ve dileklerini söyle. Başımı kaldırdığımda Hacer-ül Esved’i ve de siyah örtülü muhteşem mabedle göz göze idim. Duygularımı anlatmaya kelimeler cümle oluşturmakta zorlanır. “Ey yüce Rabbim (c.c.) dedi. Sen ne yücesin ki benim gibi şükürden âciz kuluna, bu lezzeti tattırdın.”

Göz pınarlarım doldu, ağlamaya başladım ve hemen şükür secdesine kapandım. Akabinde “Ey âlemlerin ulu hâkimi olan Allah’ım (c.c.) şahsıma bu fâni dünya hayatında bu mutluluğu yaşattığından dolayı nihâyetsiz şükrediyorum” dedim. Öyle duygusallaştım ki, Rabbimi (c.c.) tasdis edecek cümleleri kurmakta âciz kaldım. Dilim dönmüyordu. Sanki hayat durmuştu. Fakat hislerim devredeydi. İçimden şu vaziyette Rabbime (c.c.) ulaşsam diye geçirdim. Aman Allah’ım (c.c.), o nasıl bir atmosferdi? Rabbim (c.c.) dilerse bu fânî âlemde bile kuluna cennet hazzını yaşatır. 

İstemeyerek refâkatçimi bekletmemek için ayağa kalktım. Hacer-ül Esved’in tam karşısına geçince sağ elimi havaya kaldırdım ve Hacer-ül Esved’i selâmladıktan sonra tavafa başladık. Sanki cennet meltemi esiyor, Kâbe’nin etrafında helezonlar çizerek rûhumuzu okşuyor, ve de bize eşlik ediyordu. Tavafımızı tamamladık ve Makam-ı İbrâhim’de tavaf namazımızı kıldıktan sonra dûamızı ettik ve ardından zemzemimizi içtikten sonra sa’y ettik Safa ve Merve arasında.

Sa’yımızı bitirdikten sonra saçımızdan bir miktar kestik ve umre’mizi tamamladık. Hadi dedi refakatçim. Şimdi otele gidiyoruz. Bu otel Zemzem Tower’di. Devasa bir yapıttı. Saymadım ama belki 20 adet asansör vardı. Gel dedi Hatice Hanım. Asansörün kapısı açılınca ilk önce beni buyur etti, ardından kendisi girdi. Taleal-Bedru ilâhisinin eşliğinde en üst kata çıktık. Burası Kral dairesi dedi. Kapının üzerinde yuvarlak mercek gibi bir aygıt vardı. Sağ gözüyle oraya bakınca kapı açıldı. Beni buyur edince, bir müddet öyle kalakaldım. İçimden aman Allah’ım (c.c.) dedim bu nasıl bir mekân? Bir beşer böyle bir eseri yaptığına göre sen neler yapmazsın ki? Ben öyle etrafı temaşa ederken, gel canım dedi. Lavaboda ellerimizi yıkayalım ve hemen sofraya oturalım dedi. Ellerimizi uzatınca sular akıyor, çekince duruyordu.

Muslukların sağında ve solundaki aygıtlarda ellerimizi kuruladıktan sonra bir sahne tülü gibi bir perdeyi havadan bir el hareketiyle açınca envai çeşit nimetlerle donatılmış yuvarlak bir masa ile karşılaştık. Buyur edince oturdum. Oturduğum koltuk sağındaki ve solundaki kumandalarla yukarı-aşağı, sağa-sola, ve öne-arkaya ayarlanabiliyordu. Dilediğin gibi ayarlayabilirsin dedi. Koltuklara karşılıklı oturduktan sonra bana bak canım dedi. Dilersen yalnız yiyebilirsin. Ben çıkayım ve yemek faslı bitince şu düğmeye basarsan hemen gelir ve dairenin bölümlerini gösteririm ve ayrılırız. Yok dersen ki ben yalnız sıkılırım, birlikte yiyelim. Ben sana uyarım. Yok dedim, aman bir yere gitme, bana arkadaş ol. Memnuniyetle dedi. Hadi Bismillâh diyelim yemeğe başlayalım. 

Tüm yiyeceklerin üstünde Türkçe isimler vardı. Hangisinden başlayayım dedim içimden. Midem açlıktan zil çalıyordu. Ama nimetlerin çokluğu acaba hangisinden başlayayım tercihinde beni zora sokmuştu. Doğrusunu ararsanız Kâbe’de bulunmanın heyecanı, kral dairesinin göz kamaştırıcı güzelliği ve sofradaki nimetlerin çeşitliliği sanki açlığımı tokluğa inkilap ettirdi. Ben de Bismillâh deyip meyeye başladım. Refakatçim de peçesini burnuna kadar kaldırdı ve türbanının sağında ve solundaki aparatlara tutturdu. İçimden ben bir bayanım neden peçesini tamamen kaldırmaz ki der demez. Bayan da olsa bize müsaade yok. Olur ki muhatabımız görüntümüz karşısında komplekse girebilir. (Bundan kasıt fiziksel güzelliğiydi). Oysa ki Cenab-ı Hak (c.c.): “Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık” diyor. Demek ki herkes güzeldi. Kuşkusuz fiziksel boyutuyla farklılıklar elbette vardı. Hikmetinden sual olunmaz ama bu da bir hakikatti dedikten sonra, önemli olan ahlâkî güzelliktir diye ilâve etti.

Öyle bir kibar yiyişi vardı ki, lokmasını çiğnerken dudaklarının arasında bir milimetrelik bile boşluk yoktu. Bir ara tebessüm etti de ön dişlerinden (alt ve üst) bir kısmını görebildim. Bembeyaz sıralanmış inci tanesi gibiydiler. Sapanca kirazı gibi dudakları, hilâl gibi kara kaşları yine siyah iri gözleri ve uzun kirpikleri vardı. Selvi boylu, balık etli, beyaz tenli idi. Bu haliyle böyleydi. Ya peçesini tamamen kaldırsaydı, nasıl bir görüntü sergileyecekti kim bilir? Aman Allah’ım (c.c.) dedim. Senin bu gökkubbenin altında ne cevherlerin varmış. İnsan bu kadar mı güzel olur. Sanki gökten kerîm bir melek inmiş de onun şeklinde tecessüm etmişti. Kendisini kıskanmadım, desem yalan olur. Sonra yine dedim kendi kendime, bu yemekler ne olacak? İki kişi onda birini yemedik. Ardından bizde hiçbir şey israf olmaz, kalan yiyecerler imârete gider, orada garib-gurebaya verilir. Sen kafanı takma dedi. İçimden ne geçiyorsa hemen ardından cevabını alınca bu dedim kerâmet ehli, velî bir kul deyince, nice kerâmet sahibi velîler, rakımı yüksek tepelerden kayalık zemine düşerek helâk olmuşlar, ama istikameti düzgün olanlar felaha ermişlerdir. Kerâmete iltifat etmeyelim diye ilâve etti. Ardından yemek dûamızı yaptıktan sonra kalktık. Bak dedi, vakit hayli geçti. Ben sana dairemizin bölümlerini göstereyim ve gideyim. 

Burası sauna havuzu, hemen yanında tuvalet. İhtiyacın bitince, üzerinde resimli dokunmatik tuşlar vardır. Sıcak-soğuk su, fan ve parfüm tuşları. İhtiyacına göre kullanırsın. Biz kâğıt kullanmayız. Zaten ihtiyaç da olmaz. Ellerimizi yıkadıktan sonra fanlarla kurutuyoruz. Psikolojik olarak kendinizi rahat hissetmezseniz istediğiniz kadar kullanabilirsiniz. İçimden bu sefer keşke Tarık da burada olsaydı diye geçince, şayet rezervasyon karı-kocalı olsaydı bitişik daireyi size tahsis edecektik dedi. Allah’a (c.c.) şükrettim ki, içimden muhatabımın aleyhine bir şey geçmedi. Rezil olacaktım. Sonra beni kapıya getirdi. Bak dedi, bu tuşlardan üç farklı numarayı tuşlayıp şu delikten bak. Işık yanında şifren belirlenmiş olacak. Burada kaldığın müddetçe senden başkası bu odaya giremez. Dairene girerken şu delikten bakman kâfi. Mercek seni gözünün kılcal damarlarından tanıyacak ve kapı açılacak. Burada iki ezân okunur. Biri teheccüd diğeri sabah ezânıdır. Senin isteğine uyarak biz hareket ederiz. Ben seni istediğin vakitte kaldırırım. Yok, dersen ki beni aramayın, ben istediğim zaman kalkarım. O da senin tercihin. Kâbe’ye istersen yalnız, istersen birlikte gideriz. Yalnız çarşıya birlikte gideceğiz. Tüm harcamalar bizden olacak. Ama şayet ben birlikte olmaktan sıkılırım dersen, sana kurumumuzun kartını vereceğim. Onunla sınırsız harcama yapabilirsin. 

Teşekkür ederim, dedim yakın ilgin için, ama ben burada çarşı-pazar dolaşmak istemiyorum. Ben buraya ibâdet için geldim, deyince, kesinlikle olmaz dedi. Bu söylemini kendimize hakaret telakkî ediriz. Çünkü sen bizim konuğumuzsun. Sana ikram etmek hem dinî bir vecîbe, hem de kültürel geleneğimizdir. Artı, bu zaten rezervasyonun içine giriyor. Onun için rahat ol, deyince ben de bir şey demedim. Az kalsın unutuyordum. Bak, dedi, bu buzdolabında her türlü yiyecek içecek var. Şu derin dondurucu. Üstünde resimli kataloğu var içindekilerini gösteren. İhtiyacına göre takılırsın. Bu TV. 500 kanallıdır. Dünyanın her tarafını izleyebilirsin. Şu da internet. Şunlar da telefonlar. İstediğin yerle konuşabilirsin. Tüm ücretler kurumumuza aittir. Ben müsâade rica ediyorum. İyi geceler Hatice’ciğim dedi ve gitti.

Kapıyı kapattım ve ilk önce 2 rekât şükür namazı kıldım ve Yüce Rabbime (c.c.) içimden geldiği ve dilimin döndüğü nisbette dûa ve niyâzda bulundum. Sonra kalktım camdan dışarıya baktım. Kâbe’yi kuş bakışı olarak seyrettim. İnsanlar kelebekler misâli etrafında dönüyordu. Tüm Mekke ayağımın altında ışıl ışıldı. Enfes bir manzaraydı. Kâbe’yi seyre, bir müddet devam ettim. Bir müddet sonra canım dondurma çekince, Maraş dondurmasını görünce kapağı kaldırdım ve bir adet aldım ve sandalyeye oturdum. Hem dondurmayı yiyor, hem de Kâbe’ye bakıyordum. Dondurma bitince hafif bir ağırlık üzerime çökünce yatak yerine sandalyeye dayandım ve biraz kestirdikten sonra uyandım.

Uykum da iyice kaçınca dedim bari Kâbe’ye gidip ibâdet edeyim. Abdestimi aldım ve doğru Kâbe’nin yolunu tuttum. Önce teheccüdümü kıldım. Ardından dûamı yaptıktan sonra, 3 tavaf yaptım. O anda kendimi cennet bahçesindeymişim gibi hissettim. Ortamda müthiş bir huzur vardı. Tavaf namazını kıldıktan sonra ellerimi açtım ve yüce Rabbime (c.c.) dûa ve niyâzda bulundum. Verdiği sayısız nimetlere karşı nihâyetsiz şükrettim.

Tesbîhatımı yaptıktan sonra, siyah örtülü, Hacer-ül Esved’li ve üzerine Yüce Yaratıcının (c.c.) sağanak sağanak rahmetini yağdırdığı o ulu mâbedi seyre koyuldum. O hazzı iliklerime kadar doya doya hissettim. Bir müddet geçmişti ki sabah ezânları okunmaya başladı. O huzur ortamanı anlatmaya hiçbir kelime ve de cümle yeterli değildir. Çünkü o ortam anlatılmaz, yaşanır. 

YAZININ İLK BÖLÜMÜ İÇİN TIKLAYINIZ

YAZININ İKİNCİ BÖLÜMÜ İÇİN TIKLAYINIZ

DEVAM EDECEK...