İşte Uşşak'ın o yazısı:

Erbakan: Nerede kalmıştık?

Geçtiğimiz günlerde, Sayın Erbakan’ın affedilmesi üzerine bir yazı yazan değerli Mümtazer Türköne Hocamız önemli bir tesbitte bulunmuştu:

Yakın tarihimizde Jakoben laikliğe karşı radikal dinî tepkilerin ortaya çıkmasını birbirinden farklı çerçevede iki inisiyatif engellemiştir. Bunlardan ilki Bediüzzaman Said Nursî, ikincisi de Necmeddin Erbakan'dır.” (21.08.2008/ZAMAN)

Bu tespit doğrudur ama, ne var ki bu iki Zatın din-siyaset ilişkileri babındaki tavır ve görüşlerinin tam anlaşılması bakımından fevkalade eksiktir. Mümtazer Türköne’den elbette bir  gazete makalesinin hacmi içerisinde her şeyi anlatmasını beklemeye hakkımız yoktur. Ben yukarıda iktibas ettiğim cümlenin, özellikle genç kuşaklar tarafından yanlış anlaşılmaya müsait olmasından endişe ederek, kendimce bazı doğruları ifade etmek isterim.

Bediüzzaman, daha Osmanlı’nın son döneminden itibaren, siyasete hep mesafeli durmuş, “maksad-ı asli siyaseti gütmeye” karşı gelmiş  ve  bu tavrını “Euzü billahi mineşşeytanı ve’s-siyaseti: Şeytandan ve siyasette Allah’a sığınırım” diye formüle etmiş; Erbakan ise, 1969 yılında Adalet Partisinin adaylığını reddetmesi üzerine, önce bağımsız milletvekili olarak daha sonra da Milli Nizam Partisi’ni kurmak suretiyle dindarların sözcülüğü adına, doğrudan siyaset yapmıştır.

Bediüzzaman, “Din dahilde menfi tarzda istimal edilemez” demiş, siyasette dini duygu ve kavramların kullanılmasına şiddetle karşı çıkmış; Erbakan ise tam tersini yaparak bazı dini duygu ve kavramları  sıkça ve hoyratça kullanarak samimi dindarların duygularını rencide etmiştir.

Bediüzzaman, “Din hiçbir siyasete alet edilemez”, “Dine hizmet etmek; teşvik ve imale etmek (meyl ettirmek) suretiyle olur” derken Erbakan, kah seçimlerde “Müslüman sayımı” yapmış, kah bugün Türk toplumunun büyük çoğunluğunun, demokratikleşme ve refah  umudu haline gelen AB’yi “Bir hristiyan kulübü” olarak tavsif etmiş, kah seçim meydanlarında yüksek sesle, “Zaferi kazanır kazanmaz, ilk İslam Birliği kongresini Ayasofya’da yapacağız” diyerek dini hissiyatı tepe tepe kulanmıştır.

Sayın Erbakan’ın kendisine destek verip gönül bağlayan seçmenlerini “sistem içinde” tuttuğu ilke olarak doğrudur. Ne var ki, bu “sistem içinde kalış” samimi dindarların hiçbir din eksenli meşru, ma’kul ve demokratik taleplerine cevap üretmemiş, tam tersine Erbakan politikaları “Sistem muhafızları”nın daha ziyade işine gelmiştir. Bu bağlamda Sayın Erbakan’ın misyonunun “dindar kitle için bir emniyet sübabı” olduğu değerlendirmesinde bulunanlar bile vardır. Tabii ki, “Sistem muhafızları” adına. Vatandaşların dini alandaki taleplerine ise cevap hep “merkez sağ” politikalardan, kısacası Adnan Menderes, Süleyman Demirel ve Turgut Özal (Bugün ise elbette Tayyip Erdoğan çizgisinden)  gelmiştir.

Bediüzzaman ise, elbette demokratik sistem içinde kalarak, “jakoben, baskıcı laiklik anlayışlara” ciddi eleştiriler getirmiş ve bu mücadele uğrunda büyük hak mahrumiyetlerine uğramıştır. Eğer hakkın hatırına saygı adına söylemek gerekirse, sayın Erbakan siyasi ikbal mülahazalarıyla da olsa, dindarların radikalleşmesi riskinin bir nisbette reel, bir nisbette potansiyel tetikleyicisi olma  misyonunu omuzlarında taşımıştır. 1970’lerin Türkiye’sinde yaşayanlar bu gerçeği kabulde zorlanmayacaklardır.

Sayın Erbakan’ın son mahkumiyetini ve diğer siyasilerle birlikte yaşadığı kısa süreli 12 Eylül dönemi mahrumiyetini nazara almayacak olursak, “mücadele uğrunda” kayda değer bir bedel ödememiştir. Sistemin “siyaset mühendisleri” onun varlığına daima ihtiyaç duymuşlardır. Bu ihtiyaç, sayın Erbakan’ın İsviçre’den, “teminat verilerek”  Türkiye’ye davet edilmesi konusunda açıkça ortaya çıkmıştır.

Çok genel çerçevede izah etmek gerekirse, Sayın Tayyip Erdoğan ve arkadaşları Erbakan çizgisinden kurtulup Bediüzzaman çizgisine gelmek suretiyle, bugün bir merkez sağ muhafazakar kitle partisine dönüştürdükleri AKP ile, toplumumuzun  umudu haline gelmiştir.

Ciddi bir endişe ?

Sayın Erbakan, daha dün denecek yakın bir geçmişte, seçim meydanlarında, Sayın Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç ve diğerleri için “Çocuk bunlar… Çocuuuk… Çocuuuk… Ne bilir bunlar? Bunlar milletimizin hiçbir derdine çare olamaz” demişken, af kararının akabinde gazetecilere, “Onlar her zaman bizim kardeşimiz, talebemiz ve evlatlarımızdır” demiştir. Bu olumlu beyanları, nezaketli ve şık bulmamakla birlikte, bu duruşun kalıcı olmamasından endişeliyim. Birisi beni rahatlatırsa çok sevinirim.

Medyaya yansıya bir habere göre, kendisinin ilk ziyaretçisi, şu sıralarda “Sistem muhafızları (!)” cephesinde gözüken “eski kulağı kesik” bir politikacı imiş.

İçime bir kurt düştü. 1971 darbesi sonrası kendisini İsviçre’de iken Türkiye’ye davet edip aktif siyasete teşvik eden güçler, şimdi de onu AKP’yi yıpratma korosunda anlamlı  bir “koç başı” olarak mı kullanmak istiyorlar acaba?

Eğer Hoca buna alet olursa çok yazık eder. Hem kendine, hem de sevenlerine.