Sabah dikdörtgen bir odada uyanırız. Dikdörtgen bir yataktan kalkarız. Dikdörtgen bir masada kahvaltı yaparız. Mutfağımız da dikdörtgendir. Evden çıkarken kapıda dikdörtgendir. Asansöre bineriz o da dikdörtgendir.

İş yerine geliriz kapısı, asansörü ve çalışma masamızda dikdörtgendir. Binalarımız ve apartmanlarımızda dikdörtgendir. Hepsi köşeli ve keskindir. Dik çizgilerle ayrılmıştır. Birçok köşesi bulunmaktadır.

Akşam eve dönerken yine dikdörtgenlerle kurulu yapılardan ve keskin köşeli yerlerden geçerek yine dikdörtgen olan evimize odamıza geliriz. Sokaklarımız bile dik çizgilerle ve keskin köşelerle ayrılmışlardır. Dikdörtgen bir yapının içinde hayatımız, dik ve keskin çizgilerin içinde akıp gider.

Hâlbuki yaşam döngümüzün dairesel olduğu bir dünya da bu keskin çizgili ve köşeli yapılar niye? Bu köşeli ve dik çizgili yapılar biz de sert ve keskin çizgilerle dolu bir hayat tarzını getiriyor. Daha sinirli ve daha asabi oluyoruz. Çabuk sinirleniyor, daha çabuk küsüyor ve daha sert biçimde “Hayır!” diyoruz.

İkili ilişkilerimiz çok daha sert. Ya siyah ya beyaz olarak kabul ediyor ya da etmiyoruz. Her şeyi iki uç noktada yaşıyoruz. Ortasını bulamıyoruz. Siyah ve beyazdan başka renklere yaşama şansı vermiyoruz. Daha çok ön yargılı davranıyoruz. Daha çabuk karşımızdakini kırıyor, ona kendini anlatma fırsatı vermiyoruz. Çok keskin ve sert oluyoruz.

Bu dikdörtgen yapılar içinde, dikdörtgen eşyaların olduğu bir ortamda çocuklarımız dünyaya geliyor. Bu ortamda yetişiyor, bu ortamda büyüyor. Bu ortamda okul hayatını tamamlıyor. Okullarının binası, sıraları, yazı tahtaları ve hatta defterleri bile dikdörtgen.

Bu ortamda yetişen nesiller bilinçaltında dairesel bir döngü, gerçek hayatında dikdörtgen bir mekânda yetişerek iki farklı hayat döngüsü arasında sürekli bocalıyor. Çünkü bilinç ile bilinçaltı uyuşmamakta. Bu uyumsuzluk hayatımıza da ilişkilerimize de yansıyor.

Eğer çocuklar “bitişik binaların dar dairelerinde yaşamaları kötülük, çöküş ve helaktir. O, daireler sanki üzerlerine kapatılmış birer kutudur. Ayrıca onlar derin nefes teneffüs ve canlandırıcı havanın lezzetinden mahrum bırakmaktır.”

Ne zaman bu mekânlardan uzaklaşıp, doğaya çıksak işte o zaman bir huzur ve rahatlık sarar bütün bedenimizi. Özgürce koşarız bir kelebeğin arkasından, doğanın o mis kokusunu çekeriz içerimize ciğerlerimiz bayram eder. Dikdörtgen binaların arasında sürekli gölgede kalan vücudumuz güneş ışığının nimetlerine kavuşur. Çimenler üzerine yatarak hem havasını hem de güneşin ışınlarına kendimizi teslim ederiz. Gökyüzündeki bulutları şekilden şekle sokar, hayaller kurarız. Evlerimizde kuramadığımız hayaller dairesel döngüde hemen kendisini hissettirir. Mutluluğumuz yüzlerimizden ve gözlerimizden hemen belli olur.

İmamı Gazali (Hz.); “Çocukların doğayla iç içe sevinç içinde oynamaları açık havası ve gönderilen ışınlarından zevk almaları için çocukların kırlarda, yaylalarda yetiştirilmesi yaratılışın tezkiyesine azaların ve şuurlarının gelişmesine, fikirlerinin ve duygularının serbest olmasına daha yatkındır.” demişti. Doğadaki insan daha çok hayal kurar ve daha çok seçenekleri değerlendirme imkânı bulur. Doğa bu noktada oldukça cömerttir.

Peygamberi Zişan Efendimize ne kadar güzel ve fasih konuşuyorsunuz diye sorulduğu zaman; “Kureyşler’in Ben Sa’d yurdunda emzirildim.” diye buyurmuştu.