Denizini kaybetmiş bir martı nereye sığınır? Kuşlar nereye uçar akşam olunca? İnsan neden uzaklaşır fıtratından bu kadar? Her gün onlarca hikâyenin ortasından yürüyüp bir umut kapısı, bir bahar sevinci beklerken, hayatı anlamlandırma derdiyle başlıyoruz yeni bir güne. Kimi zaman üç noktalarla bitiyor cümleler, kimi zaman virgüller koyup düşünüyoruz öykünün devamını. Umudun bir kar çiçeği gibi büyüdüğü zamanlarda, üşüdükçe muhabbetine sığındığımız insanlarla ve şehrin akşamında dumanı tüten yokluk sancısıyla geliyor kış..

Bu dünyadaki en zor şeyin kendi kendine sadık kalmak olduğunu söylüyor Dostoyevski. Fıtrata sadâkat olarak anlıyorum bu cümleyi. İnsanı fıtratından uzaklaştıran ne varsa hayır diyebilmek, bütün bozulmaları ihya edecek bir ıslâha dönüştürme eylemi gerçekten de zor değil mi? Modern insan, içinde var olan güzelliği hayata taşımak yerine onu kötülükle değiştireceği, estetik kaygılardan uzak bir değersizliği tercih ediyor. Bugün dengeli bakıştan çok her şeye kusur arayan gözle bakan, her şeyi eleştiri ahlâkı olmadan eleştiren, insan olma erdemi yerine nefreti ve şiddeti savunanlar, kendi aklını kullanabilme özgürlüğünden çok ideolojilerin, başka akılların esiri olanlar fıtratla bağını koparmışlardır. Bu kopuş çok ötelere uzanıyor aslında.  “Tanrı’nın elinden çıktığında her şey iyidir, güzeldir. Bozulma insanın eline geçtiğinde başlar..” diyen J.Jacques Rousseau’ya hak vermemek mümkün mü?

Yeryüzünden insanı çıkardığınızda geriye kalan kâinat, bir cennet minyatürüdür adetâ. Özünde insan da öyle ki yeryüzüne halife tayin edilmiş. (2/30) Fakat asıl problem sevgiden yaratılan, merhamet ekseninde hayata merhaba diyen insanın, yaratıcısından ve aynı zamanda fıtratından uzaklaşmasıdır. Kavline sâdık olan Allah’ın yarattığı, kâinatta temaşâ ettiğimiz her şeyde bir düzen ve ilke görülürken insan, neden bu sadâkati koruyamaz? Verdiği sözün arkasında duran, güç karşısında eğilmek yerine hakikatin hatrına doğruluktan ayrılmayan, fıtratına sâdık olan herkes için ebedî ödüllerin olduğu bir âleme hicret etmek üzere buradayız. Henüz ilk nefes alışında gurbetini yaşadığı sıladan ayrılan insanın ağlayarak geldiği dünyada aslî vazifesi kötülüğe karşı iyiliği ve merhameti savunmak, hayata estetik değer katacak güzellikleri ortaya çıkarmaktır. Yeni doğmuş bir bebeğin kirlenmemiş bakışlarıyla yüz yüze gelip güzelliğini yaratana râm olmamak mümkün müdür? Bir şeyin açılması ve içindekinin ortaya çıkması anlamına gelen fıtrat mefhumu, tüm yaratılmışların ilk hücresine, ilk atomuna yerleştirilen ilâhi bir yazılımdır. İşte o yazılımı yazan Bâri, yazılıma uygun olarak örnekler yaratan Bedî, o ilk örneklerden ortak özelliklere dayalı türleri yaratan Fâtır ve bütün bu yaratma sürecinin öznesi ise Hâlık’tır.. Göklere ve yeryüzüne, ağaçlara ve kuşlara ne zaman hayret nazarıyla baksak o imzayı görürüz. Sonbaharla birlikte kahverenginin bütün tonlarıyla süslenen ağaçları görüp de Allah’ın boyasına hayran olmamak mümkün müdür? Yalnızca Allah’a mahsus olan fıtrat koyma eyleminin teşekkürü olan hamd, insanın imanına olan sadakatinin göstergesidir. (35/1) Bugün yeryüzünde nerede bir zulüm varsa fıtratın öznesinin Allah olduğunu unutup tabiatın kodlarıyla oynayan, eşyaya fıtrat koymak isteyen insanın kendi elleriyle yaptıkları yüzündendir. İnanmamaya inanan ateizm ya da deizmin sürekli dile getirdiği kötülük problemi, fıtratı anlamlandıramamanın bir sonucudur. Bir şeyi yaratılış amacı istikametinde kullanmak hayır, yaratılış amacının dışında kullanmak ise şerdir. Zira ortaya çıkan kötülük o şeyin fıtratından değil yaratılış amacı dışında kullanılmasından kaynaklanır..

Sorun şu ki insan, yaratılış amacını unutarak yaşadığından beri fıtratına sâdık kalamamış, hayatı anlamlandıramamıştır. İşte o amacı keşfederse eşyayı, tabiatı, insanı olması gereken yere koyar ve ona göre davranış geliştirir. Bugün yaşadığımız toplumsal sorunların temel sebeplerinden biri de fıtrat bilincini kaybetmektir. Anlamsızlık krizi, materyalizm gibi dünyevî dertlerin karşısında anlam ve amacı kapsayan ahlâki normlar yer alır. İşte bu yüzden gündelik hayatta müstakîm yoldan uzaklaşan insana müthiş bir çağrıdır Rum/30: “Şimdi sen, varlığını her tür sapmadan uzaklaşarak tümüyle doğru ve asıl dine, Allah’ın insanlığın özüne yaratılıştan nakşettiği fıtrata çevir! Allah’ın yarattığında bir başkalaşma olmasın. İşte değer odaklı gerçek dinin (amacı) budur; fakat insanların çoğu bilmiyorlar.”

Son cümlede yaratılış amacına atfedilen değer odaklı din kavramı üzerine düşünmeliyiz. Zira din fıtratın ta kendisidir. Şimdilerde din yorgunluğuna neden olan gösterişçi, sahte dindarlığın toplumsal sorulara neden cevap vermediğinin, içi boşaltılan ibadetlerin bizi kötülüklerden alıkoymadığının da bir göstergesidir. Aynı zamanda fıtratı korumak ve bu çizgide yaşamanın değerini bilmek muttakî insanın en büyük sorumluluğudur.

Peki her gün vicdanına saldırılar düzenlenen, yaşadığı coğrafyalarda zulmün hüküm sürdüğü, ahlâk ve erdemin yitik değer olduğu insan bu bilince nasıl ulaşır? Hekim, insan organlarının ve hastalıkların fıtratını bilecek ve onları aslına uygun hale getirecektir. Öğretmen yine insanın fıtratını iyi bilecek ve öğrenme eylemine karşı öğretme teknikleri geliştirecektir. Bir biyolog canlının, fizikçi maddenin, sosyolog toplumun, sanatçı sesin, ressam renklerin, mimar kullandığı malzemenin fıtratını bilecek ki onu ilk olduğu konuma taşısın, bozulmamış yanını ortaya çıkarsın.

İnsan, aldanan, unutan, düşebilen, yoldan çıkabilen bir varlık değil mi? Sınanıyoruz, savruluyoruz ve değerlerimizi, ilkelerimizi tükettikçe tükeniyoruz.. Bütün bu meçhul hâlin çıkış kapısı olarak görüyorum fıtrata dönüşü. Zira hayatını vahiyle anlamlandıran insan, o gök sofrasına her oturduğunda fıtratıyla baş başa kalır.

Ellerimizi bırakmasın, zâtına hayran olduğumuz Fâtır..