Muhterem Okuyucularım;

“Gelir dağılımdaki adaleti (yani sosyal adaleti) neden yakalayamıyoruz?” sorusunu “Herkes için sosyal refah hedefine neden kavuşamıyoruz?” şeklinde de sorabilirdim. Bunu niçin sorma ihtiyacı duydum? İzah edeyim: Ekonomik büyümeye işaret eden göstergeler, her nedense işsizliğin giderilmesine ve sosyal adaletin tesisine büyük bir katkı sağlamadığı gibi tam tersine sosyo-ekonomik dengelerin daha da kötüye gitmesine sebebiyet verdiğine işaret etmektedir.

2005’ten 2013’e kadar kişi başı ortalama gelir artışları sağlanırken, düşük gelirli kesimlerin de milli gelirden aldıkları pay artmıştı. Ama son yıllarda artan milli gelire rağmen yoksulluk da arttı. TÜİK’in verilerine göre 2014-2016 yılları döneminde maddî yoksunluktan mustarip olanların oranı % 29’tan % 33’e çıkmıştı. Bir başka deyişle halkımızın 3’te 1’i o yıllarda gelir yetersizliği içinde kıvranmaktaydı. O tarihten sonra (TÜİK verilerine ne kadar güvenebilir bilemem ama) şimdiki durum, Pandeminin etkisiyle de 2016’ya göre daha iyi değildir.

Aile gelirlerinin yetersiz kalması yani ailelerin temel ihtiyaçlarını yeterince karşılayamaması, soysal politika hedefleri açısından toplumsal boyutuyla önemli bir risktir. Dolayısıyla gelir yetersizliklerinin giderilmesine yönelik olarak üretim-istihdam teşvikleri ile beraber aktif sosyal politikalar kapsamında toplumun en alt sosyal kesimlerin refah seviyelerini yükseltmeye ve dolayısıyla daha âdil bir sosyal adalet yapısına kavuşmaya yarayan (yeniden) gelir dağılımı yöntemlerine ihtiyaç vardır.

Aktif sosyal politika konseptlerine sahip olan sosyal devletler, servetin sadece zenginler arasında dolaşan mülkiyet haline dönüştürülmemesi için, gelir dağılımı politikalarıyla zenginliğin tabana yayılmasını ve toplumda sosyal refah seviyesinin dengeli bir şekilde artmasını sağlamak için çaba gösterir. Peki, herkese refah sağlamakla görevli ve sosyal adaletten sorumlu sosyal devletimiz, bu bağlamda ne gibi konseptlere sahiptir acaba? Kuruluşundan bu yana T.C. Devleti, kişi başı GSMH'nin yüksek olduğu ve istisnasız herkesin asgarî seviyede de olsa yeterince gelire sahip olan ve sosyal güvence içinde yaşamayı hak eden bir refah toplumu olma yolunda ne gibi adımlar attı? Halkımızın asgarî geçim düzeyinin (asgari hayat standardının) üzerinde de bir hayat kalitesine ulaşması için, devletimiz, şimdiye kadar ne gibi kalıcı ve sürdürebilir sosyal politikalar geliştirdi?

Bir Toplumda Sosyal Adaletin Teminine Yönelik Yöntemler

Belirli bir kesimin refahını artırmak, toplam refahın artması anlamına gelse de bu mutlak anlamda refah artışından herkesin eşit oranda veya âdil bir şekilde yararlandığı anlamına gelmez. Nitekim memleketimizde iktisadî kalkınmaya rağmen zenginlik ile fakirlik arasındaki uçurumun gittikçe büyümesi, bunun ispatıdır. Öyle ise bu kötü gidişata dur diyebilmek için, sosyo-ekonomik yönden zayıf ve yoksul vatandaşlarımızın maddî ve manevî durumlarını sosyal adalet anlayışı çerçevesinde iyileştirmek gerekir.

Sosyal politikanın ana hedeflerinden birisi olan sosyal adalet, değişik toplum kesimleri arasında gelir dağılımı ve hayat standardı gibi ölçütler açısından belirli bir dengenin sağlanmış olmasıdır. İktisadî bir yaklaşımla sosyal adalet, gelir ve servetin âdil dağılımı ile ancak sağlanabilir. Bir başka ifadeyle, milli gelirden herkese, bilhassa emeği ile geçinenlere, hayatı manalı kılan önemli bir payın aktarılması ile mümkündür. Çok boyutlu açılımlar içeren sosyal adalet kavramı, geniş anlamda sosyo-ekonomik, dar anlamda ücret-maaş ekseninde tahlil ettiğimizde performansa dayanan ücretlendirmede veya eşit (değerdeki) işe eşit ücret uygulamasında adalet ilkesine dayanır.

Sosyal adaletin sağlanması, performans ve ihtiyaç esaslarına bağlı kalarak, kaynakların âdil dağılımı ile mümkündür. Performans (emek) esasına göre ortaya çıkan bu (birincil) dağılım, asgari hayat standardı açısından çoğu zaman arzu edilen sonucu vermeyebilir. Bu durumda ortaya çıkan haksız dağılımın yeniden (ikincil) dağıtım tedbir ve vasıtaları (en ideal kurum olarak zekât veya buna benzer modern sosyal transferler) ile daha âdil bir sonuç elde edilebilir. İkincil dağıtım vasıtaları, özellikle asgari hayat standardı altında yaşayan ve fakru-zaruret içinde olan sosyal grupların ihtiyaçlarını dikkate alır.

Türkiye’de bir türlü sosyal adalet sağlanamıyorsa bu, gelirin yeniden dağılımı (ikincil gelir dağılımı) politikalarının yetersiz olduğundan dolayıdır. Bunun için devleti yönetenler, kamu gelirlerinin sağlanması sırasında özellikle varlıklı kişilere değişik malî yükler getiren, kamu harcamaları sırasında özellikle sosyal yönden zayıf kesimlere değişik isimler altında malî transferler sağlayan ve bu şekilde gelir dağılımının düzeltilmesine yardımcı olan yeniden dağıtım politikaları belirlemeli ve uygulamalıdır. Böylece düşük gelir gruplarına veya geliri olmayan sosyal kesimlere dolaysız veya dolaylı olarak aktarılan sosyal gelirler, bu kesimlerin alım gücünü ve hayat kalitesini artıracaktır. Oluşan pastadan yoksullar daha çok pay alarak, gelir dağılımındaki adaletsizlik de böylece giderilecektir. Bunun için israftan kaçınılmalı ve kaynaklar âdil bir şekilde Hakça kullanılmalıdır.

Madem T.C. Devleti bir sosyal devlet, madem bununla ilgili en az bir Bakanlığımız var, o halde ekonomi politikalarının olumsuz sonuçlarını düzeltebilecek güçte olan sosyal politikalara neden değer verilmiyor ve neden daha etkin bir şekilde sosyal politika tedbir ve vasıtalarına müracaat edilmiyor? Toplumda sosyal adaleti temin etmek adına her türlü meşru hamle elzemdir. Sosyal adaletin zıddı toplumum en zayıf halkasına zulüm anlamına gelir. Devlete saygılarından dolayı seslerini yükseltip isyan etmiyorlar diye miskinleri (sessiz yoksul kitleleri) ihmal edemeyiz. İhmal ettikçe yoksulluğun açtığı psiko-sosyal bunalımlara bağlı olarak intihar vakıaları da artar. Son dönemlerde her ay ortalama olarak 100 kişinin bu sebepten dolayı intihar ettiği istatistiklerde bile teyit edilmektedir.

Halbuki Allah, yöneticilerimizden milli gelirin hakkaniyet ölçülerine göre dağıtılmasını istemekte, bu bağlamda israfı, torpili, adam kayırmacılığı yasaklamakta ve sessiz yoksulların (miskinlerin) haklarının verilmesini emretmektedir (İsra: 26). Çünkü Kur’ân, kaynakların (mal ve servetin) sadece zengin olanlar arasında dönüp-dolaşmasını açıkça yasaklamaktadır (Hşrt: 7).

Toplumda gelir dağılımdaki adaleti temin etme görevini/hedefini, başta Müslüman yöneticiler olmak üzere Allah’ın kesin buyruğu olarak idrak edemediğimiz sürece sosyal adaletli bir toplum olmaktan hep uzak kalacağız. Toplumsal kutuplaşmalar ve huzursuzluklar, hep sosyo-ekonomik zulmün bir sonucudur. Şunu bir anlayabilsek: Gerek ekonomiyi, gerekse (sosyal) siyaseti ilgilendiren konular/sorunlar haddizatında bir medeniyet, bir vicdan, bir insanlık, bir sorumluluk bilinci meselesidir. En son tevhit dini olarak İslâm, en medenî, en âdil bir dünya görüşüne sahiptir. Kısacası medeniyetimizi İslâm ile buluşturursak, sosyal politikalarımızı Kur’ân’ın emrettiği faiz yasağı gibi iktisadî ilkelerle belirleyebilirsek memleketimizde sosyal adalet ve dolayısıyla toplumsal saadet de sağlanabilecektir.