Uzak kentlerin betonarme sokaklarında hatırlanmaya değer anıları biriktiriyoruz yaşadıkça. Sabahın ilk ışıklarında tezgahı açan, helal kazancın peşinde ömür tüketen seyyar satıcıların çok sevdiği şehirlerde, bize ait olanı bulmaktı sorumluluğumuz..

Hakikati arayan insan, kadim şehirlerin taş yapılı camilerinde ruhuna teselli olacak bir eylemin izini sürüyor. Dünya bu aralar çok üzerimize geliyor belki ama anlam denilen mefhum bir secde kadar uzakta..

Kış mevsimi de ayrılamıyor sanırım benim gibi bu şehirden. Güneşin toprağa armağan ettiği veda buselerini bekliyor akşam. Kalabalığın ortasında yürürken ellerim cebimde, duvarlara çarpan sesler duyuyorum tesbih taneleri gibi..

Şehrin yüksek noktalarından bakıyorum gecenin ışık gösterisine. Nice acıların yaşandığı, nice feryatların yükseldiği karanlıkları hüzün kuşatmış gibi. Anlamsız seslerin yükseldiği semtlerdeki sınırsızlık göğe ulaşmış. “Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet / Beyoğlu tepinirken, ağlar Karacaahmet..” diyen şairi hayırla yâd ediyor ve bir tefekkür sebebi görüyorum bu şehri..

Ne vakit yeni biriyle tanışsak siyasi bir tarafgirliğin ortasında buluyoruz kendimizi. Yaklaşan seçimler insanî olana, fıtrat gereği bozulmamış hakikate olan bakışımızı değiştirmemeli. Başkalarını yalnızca siyasi görüşleri ile adlandırmak, konuşulması gereken onca konu varken salt bir tartışmanın ortasında sıkışıp kalmak akleden kalbi olan insanı değersizleştirir. Adalet dediğimiz şey güçten yana olmak değil mazlumdan yana olmak ise her görüşe bu pencereden bakmak durumundayız. Menfaatin, benliğin olmadığı bir dünyada yetim bir çocuğun derdinden bahseden, gönül diliyle konuşan insanları arıyoruz. Gündelik koşturmanın karanlığa hazırlandığı zamanlarda tarihi camilerin büyük pencerelerinden yansıyan güneş, önce kalbimize doğmalı oysa ki.. Çünkü ölümlü olduğunu fısıldıyor insana. Sonu gelmeyen gürültülerden arınıp teselliyi secdede bulanların dünyaya dair daha büyük bir iddiası olmamalı. En büyüğe sahip olmak, katıldığımız ortamlarda en dikkat çekici olmak gibi görünme tutkusunu öne çıkaran her eylem, geçici ve sahte bir hayat sunuyor bize. Oysa görünenin arkasındaki hakikat, hatırlanmaya değer bir şey değilken yokluk tomurcuğundan varlık ağacını çıkaran Rabbin kuluna bir değer atfetmesidir. Sonu cennete uzanan hayat yolculuğunda bu yaradılış emeğini değersizleştirmeye hakkımız yok. Tıpkı milyonlarca parmak izinin birbirinden farklı oluşu ve kainattaki mevcûdatın bu farklılıklarla uyum içerisinde nefes almaya devam etmesi gibi..

Masadaki gazetelerin dış haberlerindeki fotoğrafa uzun uzun bakıyorum. Yermuk kampında kardeşinin elinden tutan Filistinli bir çocuğun yıkıntılar arasında kalan çaresiz bakışları ve cevapsız sorular.. Yeryüzünde insanlar bırakın dini tercihini mezhebi için öldürülüyor. Kendimizi Müslüman olarak tanımlamak yetmiyor, mezhebimizle, ırkımızla, dilimizle kimlik kazanmak istiyoruz. Karşımızdakine kusur arayan gözle bakmak, şiddetten yana olmak ve bunu din adına yapmak akıl dışıdır. Sessiz kalan dünyanın merhametsizliği, yapmamız gerekenleri yapmadığımızdandır belki de. Değişime önce kendimizden başlayıp hep başkalarına yakıştırdığımız girişimleri sağa sola bakmadan üstlenmeli ve bunları yazmanın yaşama sorumluluğunu da beraberinde getirdiğini unutmamalıyız..

“Özür dile seni affedelim” diyen Devlet Başkanına “Ben yalnızca Allah’tan af dilerim..” cevabını verip idam edilen Muhammed Kamaruzzaman’a rahmet diliyorum. Kuluna merhamet eden ve af dilenecek yegâne makamın sahibine, bir kez daha teşekkürle..