Hac denildiğinde (en azından Türk bakışı özelinde) Kabe’yi kuşatan (baskılayan) kibir mimarisi ile, hac vesilesiyle mübarek beldede hasıl edilmesi beklenilen siyasi kararların alınmamasına mahsus iki imge oluşur.

Bu imgelerden ilki, romantik – mücahitliğin malzemesi olması yönünden, asla bir neden ve sonuç ilişkisi içinde çerçevelenmediği gibi, ikincisi de çoğu kez İslam dünyasının gerçeklerinden kopuk entelektüel tezlerin konusu ola gelmiştir.

Hac, ilgili fiillerin (menâsik) yapılması yönünden ferdî, bu fillerin belli mekanlarda ve belli zamanlarda herkesle birlikte ifası yönünden toplu bir ibadettir. Diğer bir söyleyişle hac, hem ferdiyetin, hem de toplulukta yer almanın hakikatlerinin yerli yerine konulmasıdır.

Bu tanım, mezkur iki imge ile birlikte düşündüğümüzde, parçadan bütüne (fertten ümmete) yönelen bir akış içinde, şu dört mesele esasında temellendirilmeye muhtaçtır:

1-Haccın bilgisi,

2-Haccın sevk ve idaresi,

3-Haccın ekonomisi,

4-Haccın siyaseti.

HACCIN BİLGİSİ

Haccın bilgisi, mensekleri bakımından vahiyle belirlenmiş, uygulama şekil ve şartları itibariyle ise, bizzat Peygamber Efendimiz tarafından gösterilmiştir.

Bir hacı, hac için yola çıkışından, evine dönüşüne kadar yapacağı iki dua arasında nusük mahallinde bulunarak, hac ibadetlerini yerine getirdiğinde Şârî’nin ilgili emirlerini yerini getirmiş demektir. Bu manada, hac ibadetinin daha azı yoktur, ama ehli olan için daha çoğu hep vardır.

Burada çoğu’ndan kastımız, Şârî’nin emirlerinden şaşmaksızın ve bunları aşırı bir yoruma uğratarak efsaneleştirmeksizin (bidate ve hurafeye uğratmaksızın), menâsiki (ve haliyle Allah’ın işaretlerini) tekvinî yönüyle de idrak etmeye çalışmaktır.

Yeryüzünün yüzlerce beldesinden hac için Mekke’ye yönelenlerin (Malezya ve Türkiye’deki zorunlu seminerler örneğine göre) yola çıkmadan önce, Mekke’ye geldikten sonra ve hac ibadetine bizzat başlarken neleri, nasıl yapacakları konusunda bilgilendirildikleri malumdur. Kaydî olan bu bilgilenme niyetleri, niyazları, ihramı, namazları, vakfeleri ve şeytan taşlamayı havi olarak hacıyı hacılığa taşımada yeterlidir.

Yukarıda zikrettiğimiz tekvini yönünün idrak edilmesi ise, kaydî olmaktan çok kalbî olan ve dolayısıyla hâl ile ifade edilebilecek bir bilgilenmedir. Elbette, hâl bilgisi olma cihetinden, irfan sahiplerinin dünden bugüne kayda geçirilmiş bilgi ve deneyimlerinden yararlanılması mümkündür ama son tahlilde bu bilgi fertte başlayan ve tamamlanan bir bilgidir.

Bu bilginin özelliği, hacca dair şer’i emirlere ve hac vaktinden tüm zamanlara ağacak Muhammedi ahlaka dair bir ihyayı ihtiva etmesidir.

Şöyle ki, hac ortamında Müslümanlar kendi kültürel aidiyetlerine tabi olarak toplanmaktadır. Kültür, ilk bakışta dini taşıyan unsurlardan biri olarak değerli görünmesine rağmen, aynı zamanda dini tahrif ederek onu kendi rengine boyaması bakımından da din açısından başlı başına bir tehlikedir.

Bu manada hac, Muhammedî şeriat ve ahlakı va’z edildiği, uygulandığı, yerleştiği ve yayıldığı beldede, kültürden (ve onun türevleri olan bidatlardan, efsanelerden, mitlerden vs.) ayrıma ve ihya etme imkanı sunar.

Örneğin, mahremiyeti kendi belde ve hayat şartlarınca esnek olarak uygulayan Müslümanlarla, mahremiyeti insan özgürlüğüne kastedecek tarzda putlaştıran Müslümanlar, hac ortamında bu iki hususu birbirlerinden bizzat görerek müştereken tashih ile ihya hakkına ulaşırlar.

Diğer bir örnekle öldürmeyeceksin, kopartmayacaksın, kesmeyeceksin, kırmayacaksın, ezmeyeceksin, üzmeyeceksin… şeklindeki emir kipinde ifade edilen kesin hükümler bütünü içinde, varlığa dair önce insan, sonra Müslüman olarak konumlanmak da ancak hac ile mümkündür.

Öte yandan, Muhammedî ahlakın imana dahil ettiği temizlikten, mescitlerde oturma, dinlenme ve uyuma edebine, Tavaf derken başkalarının hakkını gözetmekten, şeytan taşlardan başkasına eziyet etmeme hassasiyetine kadar, gündelik hayata birebir yansıyacak olan uygulamaların asli şekli de yine ancak hac esnasında öğrenilebilir.

Zikredilen akış içinde bir hacı kültürlerden, geleneklerden, hurafelerden, bidatlardan arındırarak ihya ettiği Muhammedi ahlakı, bu sayede temizlenmiş olan kalbine indirir ki, söz konusu temizlik, Peygamber Efendimiz’in tarif buyurduğu, hac yapmakla bir müminde annesinden yeni doğmuşçasına tahakkuk eden temizlikle aynıdır.

Hacı hacda yüklendiği bu imkanı, geldiği beldeye taşımakla yükümlüdür. Diğer bir söyleyişle, bir hacı eriştiği söz konusu temizliği, yaşadığı beldedeki Müslümanların temizliğinden yükümlülük duyarak oraya taşımak zorundadır.

Burada asıl belirlenecek sorun ve sorulacak soru şudur:

Dinin ihyası ile Müslümanların yaşadığı olumsuzlukların giderilmesi cihetinden, hacılar böyle bir işlevi yükleniyorlarsa, üç milyon hacıya karşılık yeryüzünde örneğin sadece ve sadece “öldürmeyeceksin, yetim malı yemeyeceksin, emanete sahip çıkacaksın, çalmayacaksın, mazlumları koruyacaksın…” ilahi emrinin ifasında olsun gözle görülür bir düzelme neden gerçekleşmemektedir?

Bu sorun ile sorunun cevabını önce haccın ferdiyeti ve içinde yer aldığı topluluk nezdinde aramak ve bu noktada da öncelikli olarak hacca dair mevcut bilgilendirme şekil ve uygulamasını sorgulamak gerekmez mi?

Hac organizatörleri zikrettiğimiz esasta, milletlerini hacı sahibi yapmak yerine, birilerine dünyanın en eskimez sermayesi olan dini daha rahat kullansınlar diye hacılık statüsü satmayı hedefliyor olmasın?