Haccın siyasetinden kastımız, hac buluşmalarını, 1501-1736 yılları arasında İran’da hüküm süren Safevî, 1526-1858 yılları arasında Hindistan’da hüküm süren Bâbürlü ve 1300-1922 yılları arasında Batı Anadolu merkezli olarak üç kıtada hüküm süren Osmanlı imparatorluklarının yıkılmalarıyla birlikte, mülken ve siyaseten şirazesi kopartılmış bir kitap gibi dağılan İslam ümmetinin, İngiltere ve ondan türeyen ABD imparatorluklarının boyunduruğundan kurtarılmalarına mahsus ortak bir siyaset için sağlam bir manivela olarak görmemizdir.

Konuya girerken, imparatorluk mefhumuyla ilgili kısa bir hatırlatmada bulunalım:

1890’lı yıllarda Marksist ideolojinin günah keçisi ilan ettiği emperyalizm (imparatorluk politikası), yerli münevverler tarafından klasik içeriği incelenmeksizin ve yeni siyasi (Marksist) açılımları sorgulanmaksızın benimsendiğinden, bu sistemin dünya hayatının bir mecburiyeti olduğu da peşinen göz ardı edilmiştir. Hatta bizden kimileri emperyalizm ve dolayısıyla imparatorluklar dünya düzeni için zorunludur diyemedikleri için, yukarıda isimlerini zikrettiğimiz Türk impartorluklarının emperyalist olmadıklarını ispat edebilme uğrunda yıllarca yırtınıp durmuşlardır.

Oysa ki, Müslümanlar nezdinde gerçek (ya da en güçlü) imparatorluğun tanımı şu şekilde sabittir: Tarihe dahil olduğu andan itibaren Kudüs’e ve bilahare tarihe giren Mekke’ye hakim olanlar, ancak imparatorluk olarak anılmayı hak ederler. Bunlardan adalet esasında musir olanların ömrü uzatılır, aksi halde yıkılır ve yerlerine yenileri getirilir.

Nitekim, Osmanlı’nın imparatorluk katına yükselmesi, İslam dünyasını bütünleştirme gayretiyle, rakiplerine karşı zor (güç) kullanarak, Kudüs’ün hakimi olması ve Hâdimü’l-Haremeyn (Mekke ve Medine’nin koruyucusu) ünvanını hak etmesiyle mümkün olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı’nın akabinde Filistin’den Yemen’e kadar bölgede hakimiyet kuran İngiltere, Kudüs’e doğrudan, Mekke’ye ise dolaylı olarak hakim olmuştur. Diğer bir söyleyişle İngiltere, Kudüs’ü Yahudilerin emanetçisi olarak işgal etmiş, Mekke’nin idaresini ise Suud ailesine tahsis ettiği (devlet görünümlü) valiliğe (güya Müslümanlara) bırakarak, sahnenin gerisinde durmuştur.

Burada valilik tanımını, Suud Krallığı’nı küçümsemek için yapıyor değiliz ki, böyle bir küçümseme zaten kimseye fayda sağlamaz. Ayrıca bu tanımı bundan on yıl önce kullanıyor olsaydık, kimsenin zihninde bugünkü kadar somut bir karşılık da oluşturmazdı.

ABD İmparatoru’nun Suud Kralı’nın yüzüne karşı, “Bak Kral, biz seni koruyoruz. Biz olmazsak iki haftaya burada olmayabilirsin. Kendi ordunun bedelini ödemelisin, ödemeye mecbursun.” dediği ve Kral’ın da bunu sineye çektiği gün (03.10.2108), valilik terimi “resmen” meşrulaşmıştır.

Özelde Kudüs (genelde Filistin) konusunda segilenen (adaletten, vicdandan ve insaftan yoksun) son ataklarla eriştirildiğimiz noktada, yeni imparatorluğun gücüne bağlı olarak, İngiltere’nin eski uygulamasının güncellendiğini görüyoruz:

Kudüs artık ABD İmparatorluğu’nun hakimiyetine girmiş ve Mekke’nin kontrolu de yine Suud valiliği üzerinden ona geçmiştir.

Haccın siyaseti dediğimizde en büyük sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Zira, ABD, şımarık çocuğu olarak işgalci İsrail’e, Suud Krallığı ve sair emrilikler üzerinde siyasi baskı kurmanın yolunu da açmıştır. İsrail de bu minvalde öncelikle onları Türkiye’ye karşı kışkırtmakta, İslam olmaktan kaynaklanan kardeşlik duygusunun son kırıntılarını da yok etmeye çalışmaktadır.

Hakikat şudur ki, herkes kendi yitiğini arar. Türkler, iki asır içinde üç imparatorluk yitirdikleri için bu yitiği bulmak da önce onlara düşmektedir. Şartlar nasıl değişirse değişsin, topraklar, kültürler nasıl işgal edilirse edilsin, hainlerin sayısı ne kadar artış gösterirse göstersin, yeni imparatorluğu kurmak Türklerin kaderidir ve bu er ya da geç inşallah tahakkuk edecektir.

Bunun en iyi farkında olan da öncelikle İsrail’dir. Bu hakikati, potansiyel bir durum olmaktan çıkartmak için ilk gayret de kuşkusuz ona düşmektedir; dolayısıyla bölgede İngiltere tarafından oluşturulan valilikleri Türklere karşı kışkırtmak İsrail’in asli görevidir.

İsrail’in bu manada attığı adımlardan habersiz değiliz. Zemzem Tower üzerinden romatik mücahitlik yapanların farkında olmadan faşizan sloganlarıyla perdeledikleri Yahudi sermayesinin mukaddes beldeye nüfuzu bunun en tipik örneğidir. Uluslararası zincir oteller yoluyla, Yahudi sermayesi yıllar öncesinden Meke’yi ve Medine’yi kuşatmıştır.

Bunlardan yola çıkarak haccın siyaseti meselesinde bir hükme ulaşmak istediğimizde, Suudi Krallığı’nın meşruiyet sorunu; ABD İmparatorluğu’nun haraç karşılığında onu koruması ve dolayısıyla Mekke üzerinde dolaylı hakimiyet kurması; İsrail tarafından, İslam ümmetini yeniden birleştirme iradesi gösterebilecek olan Türklerin zafiyetine, başarısızlığına, istikrarsızlığına... hizmet edecek her türlü fitne ve fesadın yürülükte tutulması... bakımından, olumlu bir sonuca erişemeyeceğimiz aşikardır. Diğer bir söyleyişle, mezkur meselede ipin ucu Müslümanların değil, puştun elinde olduğundan onun üzerinde hüküm yürütmek zaittir.

Bu gerçeklik içinde, “hacda ümmetin tek yürek halinde toplanması” olgusunun ideal olarak yaşatılması bile mümkün görülmemektedir.

Mekke’nin istiklali ve İslam üzere istikbali konusunda, bize, varolan ve olabilecek bütün şer güçleri ortadan kaldıracak adil bir gücün oluşmasına hizmet etmekten başka bir yol şimdilik görünmemektedir.

Ya da ben ancak bu kadar biliyorum. Daha fazlasını İbrahim Karagül’e, Taha Kılınç’a ve Abdullah Muradoğlu’na sorunuz.