Suriye Baas rejimi ile TC arasındaki ‘sürtüşme’ hali devam ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘Suriye rejimi güçlerince yapıldığı görüntüsü verilen saldırıların ardında kimin olduğunu bilmediğimiz sanılmasın’ diyerek, bu konuya nasıl baktıklarını topluma da hissettirmiş bulunuyor. Ama, henüz ve uluslararasu hukuk açısından bir ‘savaş hali’ denilebilecek bir durum sözkonusu değil.. Çünkü, iki taraf da henüz resmen ‘savaş’ açmadılar birbirlerine; ama, yüksek gerilimli bir durum ortada.. Ve işin gerçeği ise, Türkiye’nin, İran ve Rusya ile karşı karşıya bulunduğudur. Sırtını Suriye’deki mevcud Baas rejimine dayıyor durumda gözüken Beşşar Esed ise ve gerçekte, başkalarını yanıltmak için faydalanılan bir kamuflaj malzemesi veya bahçelerde, yabancıları korkutmak için dikilen bir ‘korkuluk’ durumunda

*

Birileri konuyu, ‘Suriye’ye girelim, savaş açalım, taa Şam’a kadar gidelim..’ noktasında görebilirler; MHP lideri Devlet Bahçeli’nin dünkü konuşmasında olduğu üzere.. Amma, Devlet bey de bilir ki, uluslararası durum, 1914’den, yani ilk Dünya Savaşı’ndan sonra çook değişti.

1914’den önce birkaç devlet arasında savaş olsa bile, bir dünya savaşı sözkonusu değildi. Ama, 28 Haziran 1914 günü, Avusturya -Macaristan İmparatorluğu Veliahd’i/Arşidük’ü Franz Ferdinand ve hanımının Saraybosna’da, Latin Köprüsü üzerinde Prencip isimli bir sırb militanının suikasdi sonucunda ortaya çıkan tablo, zâhirine bakılırsa, iki insanın öldürülmesi meselesiydi..

Ve, sonunda en azından 20 milyon insanın hayatına mal olacak bir Dünya Savaşı’na varacağını herhalde kimse ileri süremezdi; lâkin öyle oldu.

Çünkü, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hemen ertesi gün, Sırbistan’a savaş açtı..

Sırbistan Rusya’ya sığındı. Almanya da Avusturya’nın imdadına koştu.. İngiltere ve Fransa ise, Rusya’nın yanında yer aldı. Sonra, Osmanlı Devleti de savaşa, Eylûl-1914 sonunda Almanya’nın safında girdi; kezâ, Bulgaristan da..

Derken, nurtopu gibi bir ilk Dünya Savaşı’mız böyle doğdu!.

(Ki, o savaşa girilmemesi için, sürgündeki Sultan 2. Abdulhamîd çırpınıyordu, ama, sadece heyecan yüklü ve dünya siyasetinden habersiz, tecrübesiz İttihadçı’lar onun uyarılarına kulak asacak durumda değillerdi. (Mustafa Kemal’in de, o savaşa katılmanın kesinlikle gerekli olduğuna dair, o zamanki en üst komutanlarına yazdığı yazı da aradan 105 yıl geçtikten sonra, daha birkaç ay önce açıklandı) .

O 4 yıllık korkunç boğuşmadan sonra, -yangın’ın, artık yanacak bir şey kalmayınca sönmesi misali-, dünya biraz yatıştı.

Rusya’da 300 yıllık Romanoflar Hanedanının saltanatı çöktü, Bolşevik /komünist ihtilali gerçekleşti. Avusturya- Macaristan, Alman ve İtalyan İmparatorlukları çöktü; ama, (Osmanlı’nınki hariç) sınırlar bazı değişikliklerle devam etti o devletler.. 625 yıllık Osmanlı ise, tamamen buharlaştı, parça-parça oldu.

*

Artık ‘Dünya Savaşları’ merhalesinde olunduğu unutulmamalı!

Amma, o ilk Dünya Savaşı’ndan 20 sene sonra.. Bu kez de, o savaşın haksız sonuçlarını gidermek iddiasıyla, Adolf Hitler’in sihirlediği Almanya, müthiş bir hınçla harekete geçirdiği yeni savaş makinesiyle 2. Dünya Savaşı’nı başlattı. Ama, bu ikinci savaş da, yine Almanya’nın ve Japonya’nın ağır yenilgisiyle ve de, B. Amerika’nın, insanlık tarihinde ilk kez kullanılan Atom Bombası’nı Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirleri üzerinde patlatması ve 300 bine yakın sivil insanı bir anda kavurmasıyla noktalandı.

Artık yeni bir çağ başlıyordu: Atom Çağı/ Nükleer Çağ..

Ve 1950’lerden itibaren bazı ülkeler arasında atom silâhını elde etme yarışı başladı. Ve ilk anda, sadece Amerika’nın elinde olan bu nükleer silâh, şimdi -bilindiği kadarıyla-, 9 ülkenin elinde var.

*

Geçmişte elde edilen o sonuçlar öngörülebilir miydi?

Tarih, ‘şöyle olsaydı, böyle olmazdı’ gibi faraziyelere göre yorumlanamaz; tarihçi sadece geçmişte olanları neticeye bakarak yorumlar. Ve, savaş bir kez başlayınca, neyin-nereye varacağını belirlemek mümkün değildir. Bu, yarınlar için de böyledir.

Bütün mes’ele, bir savaşa, başka hiçbir çıkış yolu kalmadığı inancıyla ve haklılığından şüphe etmemek ve dik durmak kararlılığı içinde girmektir. Ve o zaman bile, savaş baronlarını hesaba katmak zorundasınızdır. Çünkü, onların tek ölçüsü, kendi menfaatleridir; sizin haklılığınız değil..

*

Bu yüzdendir ki, 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki bütün savaşların, nükleer güçler tarafından kontrol edilebilir çerçevelerde ve o güç odaklarından uzak coğrafyalarda cereyan etmesine azâmî dikkat gösterilir. Nitekim, Kore, Vietnam savaşları, Filistin’de tutunmasına ağırlık verilen sionist İsrail rejiminin müslüman halklara karşı verdiği savaşlar, Cezayir Savaşı, Hindistan-Pakistan savaşları, son 30 yıl boyunca da Bosna, Karabağ, Kosova, Afrika’daki iç savaşlar ve İran-Irak Savaşı, ve son 10-15 yıldır da Irak, Suriye ve Yemen’de cereyan eden savaşların herbirisi asıl güç merkezlerinden uzakta ve kontrollü olarak yaptırılmaktadır.

Ki, Türkiye’nin Kıbrıs’da ve şimdi de Kuzey Suriye’de giriştiği (savaş niteliğinde olmayan) askerî harekât’larının bile büyük güçler tarafında nasıl frenlendiği ortadadır.

*

‘Esed rejimi’ bir ‘korkuluk’tan ibaret.. Asıl rakip, Rusya..

Evet, Türkiye ile Suriye şimdi ‘sürtüşme’ halinde.. Rusya ve İran, Suriye rejimini destekliyorlar ve hattâ asıl savaşan güçler onlar, Suriye’de.. Beşşâr Esed, -tekrar edelim-, bir kamuflaj malzemesi ve korkuluk..

Türkiye, Suriye ile arasında imzalanan, ‘1998 -Adana Mutabakatı’ndan ve Türkiye ile (Suriye rejimini temsilen de masaya oturduklarını beyan eden) İran ve Rusya arasında Astâne ve daha sonra da Suçi toplantılarında kabul edilen kararlar gereğince hareket ediyor ve Suriye’de halkın iradesine dayanmayan yarım asırlık Baas rejimi ve Esed Hanedanı diktatörlüğünün yönetim buhranının kendi güvenliğini de tehdit etmesi dolayısiyle, uluslararası hukuktan da doğan bir hakla, yoluna dik durarak devam etmek istiyor.

*

Açıktır ki, bu noktada, Rusya, Türkiye’yi, NATO İttifakı’yla karşı karşıya getirmeye ve oradan koparmaya çalışıyor. O noktada ümidi olmadıkça, bugün Suriye’yi fiîlen idare ediyor duruma gelmesinin kendisine Ortadoğu’da kazandırdığı / kazandıracağı imkânları ve asırların rüyası olan sıcak denizlere inmek hayâli yolunda Suriye’de elde ettiği üstün konumunu yitirmek istemeyecektir.

USA ve NATO dünyası da, Türkiye için, Rusya ile karşı karşıya gelmek istemeyecektir. Tarafların diplomatik açıklamaları ise, büyük oyunun bir parçasından ibarettir ve verdikleri sözleri yorumlamak imtiyazı, maddî- askerî açıdan supergüç denilen o odakların elinde olacaktır.

*

Unutulmaması gereken asıl nokta..

Nitekim, Rusya da şimdilerde Suriye’nin İdlib şehrinde odaklanan buhranla ilgili olarak, Suçi Anlaşması’nı gösteriyor ve ‘Suriye ordusuna ve Rus askerî tesislerine yönelik terör faaliyetlerinin bastırılması büyük önem taşıyor. İdlib'de yapılan bu saldırılar kabul edilemez.’ diyor. Aynı lafları İran da söylüyor ve İdlib’deki direnen milyonlardan terör odakları diye söz ediyor günlerdir, medya organlarında..

NATO ve Amerika ise, Türkiye’nin, geçmişte olduğu gibi, NATO’nun kucağına ve yine şartsız olarak oturmasını bekliyor.

Türkiye ise bugün, halkının büyük ekseriyetinin aslî haklılık ölçü ve değerlerine göre hareket etmeyi şiar edinen Erdoğan liderliğinde, haklılığına inanarak ve kimseyle dikleşmeden, amma, dik durarak ve hiçbir beşerî güce teslim olmadan tarihî yolculuğunu sürdürmek istiyor.

Çetin olduğu derecede de şerefli bir yolculuktur bu..