Modern kentler coğrafyasının ruhumu yoran kalabalıklarından kaçıp, şehir ve medeniyete yürürken ceplerimde biriktirdiğim umudu tutuyorum avuçlarımda. Hayatın arka sokaklarında yaşayan, kimselerin bir kez olsun gözlerine bakmadığı dilenci çocuklar, evinde olması gerekirken sokakta üşüyen yaşlılar daha ne kadar yokluğu haykıracak bilmiyorum. Ve bizler daha ne kadar onları yazacak ve yanlarından geçip gideceğiz..? Acı bir fotoğraf görüp üç nokta koyarsınız ya hani hayatın satır aralarına. İşte o noktalar kalbimize batıyor artık.
Ve yine yaşıyoruz ölümlere alışarak ve yine hiçbir şey olmamış gibi..

Mülteci adımlar atıyorum Beşiktaş’ta yürürken.. Her toprağında gencecik bedenleri hatırlıyor, unutamadığım fotoğraflarına bakıyorum. Acılar karşısında klavye başında analiz yapan, şehitler üzerinden siyasi malzeme üretenlerin haline mi acıyalım, cenaze törenlerinde sessizce bakan yetimlere mi yanalım..? 
Yüksek binalar o kadar yabancı ki insana, her biri yalnızlığın minyatürü olmuş seyrediyor nereye gittiğimizi. Bir yerlere yetişmeye çalışan insan, bir tek kendine yetişemiyor değil mi..?

Ortaköy'ün süslenmiş sokaklarında yürürken sahte yüzlerden, samimiyetsiz bakışlardan arınıp trafiğin öğrettiği sabrı içime çekerek bir teselli arıyorum. Çok sesli müziklerin, maskelerin ve ideolojilerin arkasından yükselen akşam ezanını duyunca başımı kaldırıyor ve bir kez daha teşekkür ediyorum Kebîr olana..

Okunmayı bekleyen bir şiirdir İstanbul.. Ruhumuzu yoran kalabalıklar gibidir bazen. Kimi zaman içimizdeki 'ben' ile yüzleştiren bir terapist.. Selâtin camiler bir anne gibi kucaklarken insanı, huzur kelimesi ne güzel de yakışır. Başka hangi şehir bu kadar şiirde anılır? Hangi şehir aslında başlı başına bir şiirdir..?

Metro merdivenlerinden koşarak çıkıp otobüse yetişen, sabır ve tahammülü kalmayanlara sormak istiyorum bazen 'nereye bu gidiş' diye. Para, makam, imaj ya da birçok şey için koşan insan, neden başkası için, insanlık için koşmaz? Benliğinin önünde saygıyla eğilenlere başkası için yaşamaktan bahsedemezsiniz. Onlar kendi sınırlarını çizmiş bir umursamazlıkla, hiçbir şeye muhtaç değilmiş gibi yürüyen egolarıyla gayet mutlular. Peki yanı başımızda yaşananlar karşısında kayıtsız kalıp insan olduğumuzu iddia etmek bir çelişki değil midir? Bu cümleyi yazıp sorumluluktan kurtulduğunu zannediyorsan üzgünüm kalemim. Zira etkisini kısa süre hissettiğimiz fotoğraflar, edebi yazılar ve kiralık duygular teselli olmuyor artık hiçbir acıya..

Yılbaşı için süslenmiş vitrinlerin önünden geçerken yağmur damlalarıyla birlikte dokunuyorum ekrana. Suriyeli çocuğun görüntülerini izleyince dağılıyor kelimeler...
Acısına teselli olsun diye ayetler okuyan çocuk. 
Oku ki diriliş tohumu olsun yenilmiş insanlığa..
Oku ki Ebu Lehebler kahrolsun dualarınla..
Daha ne yazılır ki bu görüntüye dair. Her gün modern caddelerinde yürüdüğümüz şehirlerin Halep olduğunu düşünelim bir de. Yıkıntılar arasında beklemenin, yardım isteyecek kimseyi bulamamanın ve ağlayamamanın adıdır Halep.. Hastane, fırın, okul gibi hayata dair ne varsa bombalanmışken, insan istifleyen eli kanlı katiller ne zaman kana doyacak?! Çocukların hayalleri çalınan, annelerin umutları tükenen bir toplumda artık hangi değerden, hangi vicdandan bahsedebiliriz ki..?

Kuşu ölen çocuğa taziyeye giden Nebi'nin ümmeti ölüme nasıl terk etsin kuşları..? 
Bir şehri terk etmek öyle zor gelir ki bazen insana içinde acıları, hüzünleri, mutlulukları olan bir hikayeyi bitirmek gibidir. Şimdi onlara ensar olma vakti. Şimdi çocuklar ölmesin diye yaşama vakti. Ve şimdi kalbinde kuşlar uçuşan o insanlara teselli olma vakti.. Türkiye'de yaşayıp onlar için hiçbir şey yapamamak şeytanî bir bahanedir. Süleymaniye'nin arka sokaklarında altı çocuğu ile eşyasız evlerde üşüyen eşi şehit olmuş anneleri, mendil satıp akşamın yorgunluğunda sıcak bir çay içmek isterken hasta kardeşini teselli eden, hayatın yükünü erken omuzlayan çocukları tanıyor muyuz? Yardım dernekleri, gönüllü adanmışlar ve birçok imkan var artık onlara ulaşmak için. Trafik ışığında bekleyen mülteciyi yemeğe götürmek, kötü bakışlara maruz kalan masum yüzlere gülümsemek, onların en çok ihtiyaç duyduğu sevgiyle sarılmak da yapabileceğimiz daha basit şeyler. Yeter ki peşinden koştuğumuz dünyadan biraz uzaklaşıp başka dertlerle dertlenelim..

Birileri cetvellerle sınır çizmiş, atlaslarda ülkeler belirlemiş olabilir. Fakat ümmet bilinci ancak hudutsuz bir anlayışla mümkündür.
Son sözü Sezai Karakoç söylesin:
"Hatay Suriyelilerindir. Diyarbakır, Konya ve İstanbul Suriyelilerindir..
Tıpkı Halep’in, Şam’ın bizim şehirlerimiz olduğu gibi.."