Rengarenk desenlerle bir masaldan fırlamışçasına süslenmiş otobüsler, Pakistan denilince hafızalara kazınan ilk görüntülerdendir. İşte o otobüslerden birindeydim ve sanki bir masal parkurunda savrulan kumların arasında ilerliyor, yolumuza çıkan her çukurdan çocuksu bir heyecanla çıkıyordum. Pencere tarafında oturduğum için gökyüzünü izliyor, hayallere dalıp gidiyordum. Dışarısı ıssızdı. Ortalıkta yaşama dair bir alameti farika yahut yaşayan insan emaresi yoktu. Tepemizde ay yusyuvarlak ve sessiz, gözyüzü ise bulutsuzdu. İçinde bulunduğumuzu otobüsün sesi ve yüksek sesle çalınan Hind müziği dışında hiçbir ses duyulmuyordu. Edip abinin çizdiği yol haritasına göre Taftan-Quetta arası yolda ilerliyorduk ve bu yolda her yıl birçok hırsızlık ve insan kaçırma olayları yaşanmaktaydı. Aklıma bu uyarılar geldikçe tedirgin oluyordum. Her an atlı-silahlı çetelerin gelip otobüsü durdurarak bizleri soyacakları ya da fidye için kaçıracakları kabusu zihnimi işgal ediyordu. Sanki aniden bir atlı camın önünde belirecekmiş gibi hissediyordum. Bir yandan camdan dışarıya bakmaya korkuyordum ama bir yandan da otobüsün her çukura dalış ve çıkışı esnasında arkamızdan gelen var mı diye kaçamak bakışlarla kontrol etmekten kendimi alamıyordum.

Yolculuk esnasında önümdeki koltuklardan birinde oturan, bana dirseğiyle vuran adama da gözüme çarpmıyor değildi. Onun da bazen arkaya bakıp beni gözlemlediğini farkediyordum. Yanında bulunan kadın büyük ihtimalle eşiydi ve onunla bir şeyler konuşup sonra tekrar geriye dönüp bana baktığını hissediyordum. Eşi de bazen hızlı bir şekilde bana bakıp tekrar önüne dönüyordu. Yolculuğumuz hüzün ve yorgunluk arasında ilerlerken Sezai Karakoç ağabeyin “Çocukluğumuz” adlı şiiri aklıma geliyordu ve sanki Hz. Ali gelip beni buralardan kurtaracakmış gibi…:

“Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde
Binmiş gelirdi Ali bir kırata

Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından
Asyada, Afrikada, geçmişte gelecekte

Biz o atın tozuna kapanır ağlardık
Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü

Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü
Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman

Ali olmak bir hedef her çocukta”

Dizeleri meçhule giden kervan misali zihin dünyamda dizile geliyordu.

Muhayyilem bunlarla doluyken, hayallere dalmış gitmiş, bütün gece gözümü kırpmamıştım. Arada bir bana yönelen bakışlar ile göz göze gelsek de sanki bir zaman çukurundaydım. Nihayet şafak vakti kendini hissettirmeye başlamıştı. Otobüsümüz bu kez Allah’tan çeşmesi olan bir caminin önünde, yine namaz molası vermek için durmuştu. Caminin tuvaletleri vardı ama duvarları yarımdı, böylece yandaki komşu ile sohbet etme imkanı da bulunmaktaydı. Abdestimizi aldık ve sabah namazımızı eda ettik. Namaz bitiminde yanıma boylu poslu şık giyimli bir beyfendi gelerek akşam üstü o adamla ne yaşadığımı sordu. Ben de tarzanca bir şeyler anlattım. Hızlı bir şekilde gitti adamı tuttu, yüksek sesle bir şeyler konuştular… Aralarındaki tartışmadan duyduğum tek şey “Talibu’l ilm” idi. Sonra adamı tuttu bana doğru yürümeye başladılar. Ben de yumruklarımı sıktım, eğer bir şey olursa Allah ne güç verdiyse artık ya Allah Bismillah deyip bu sefer karşılık verecektim. Fakat tam tersi oluyor, adamlar bana yaklaştıkça benim de hiddetim azalmaya başlıyordu. Bana vuran adam bir anda elime sarılıp öpmeye çalışıyordu. Ben elimi çektikçe bu kez ayağıma yönelmeye başlıyordu. Neler olduğunu anlamaya çalışırken, adamı tutup kaldırdım. Telaşlı bir şekilde konuşuyor bir şeyler anlatıyordu ama benim tek anladığım kelime “Ma’ziret Baycan” (Özür Dilerim Beyefendi) oldu. Sonrasında otobüsteki hemen her yaşı büyük kişi gelip benimle kucaklaştı. Tebessüm ettik ve karşılıklı gülüştük. Meğerse hepsi dün yaşadığım olaya karşılık gönlümü almaya çalışıyordu. Buna vesilen olan beyefendi de bu olayı izleyip tebessüm ediyordu.

O anda hayret verici bir şekilde etrafımdaki her şey o kadar güzellemişti ki, tarifi namümkündü. İçimde sanki çiçekler açmış, neşe ve sevinç dolmuştu. Halsizliğim geçmiş yerine güç ve kuvvet gelmişti. Arada bir kısık, tatlı bir ses duyuyordum yüreğimde: “Bu ne güzellik, Allah’ım…” Korkularım geçmiş, hüznüm bitmiş sanki bir bayram havası yaşıyordum, muhabbet ve şükür doluydum…

DAĞLARLA ÇEVRİLİ BİR KALE: QUETTA

Bir müddet sonra herkesin otobüse binmesiyle tekrar Quetta’ya doğru yol almış, 2 saat sonra şehre varmıştık. Otobüsten indiğimizde efil efil bir rüzgar bedenimizi sarmış, mutluluğumuzu ve neşemizi şehre yayıyordu adeta. Yüreğim bir kuş tüyü kadar hafiflemişti. O an yaşadığım bu olayı düşünürken, “Allah korusun, cahil insanlardan dolayı hem hayattan hem dinden hem de hedeflerinden vazgeçebilir insan” diye içimden geçiriyordum. Halbuki bize düşen şey yola revan olmak, böylesine küçük engellere takılmadan aşmak olmalıydı. Çünkü bunlar birer imtihandı ve ben henüz yolun başındaydım. Küçük çakıl taşlarına takılıp yere yığılırsam, dağları nasıl aşardım ki?  Tam bu düşünceleri tahattür ederken bir an sokakta olduğumuzu farkettim. Çantalarımı alıp bir otele yerleşmeliydim. Ertesi gün tren ile İslamabad’a gitmeyi hedefliyordum. Adının Abdülgaffar olduğunu sonradan öğrendiğim otobüsteki beyefendi bir minibüs ile bize yaklaştı. “Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordu. Ben de “otel” dedim. “Atla arabaya” dedi el işaretiyle. Ben de yanımdaki turistleri işaret ettim. Onları da davet etti. Abdülgaffar bey bizi ortada avlusu olan etrafı odalarla çevrili çok güzel bir otele götürdü. Odalarımız seçip çantalarımızı bıraktıktan sonra bize hamur işi, patates ve yumurta ağırlıklı güzel bir kahvaltı ısmarladı. Uzun yolculuğum sonrası ilk defa içime sinen kallavi bir kahvaltı yapabiliyordum. O kahvaltının tadını maddi manevi hayatımda hep hissettim. Allah bana Pakistan’a ayak basmayı nasip etmiş, ilk kahvaltımda da böylesi güzel nimetlerle mükafatlandırmıştı.

Yola çıkmadan önce Edip abinin bana yazdığı notlar arasında, Irak’tan Saddam Hüseyin’in zulmünden kaçıp Quetta’ya yerleşen bir âliminin telefon numarası da vardı. Uzun yıllar İstanbul’da Süleymaniye Kütüphanesi’nde çalışan bu âlimin Türkçe bildiğini de söylemişti. Abdülgaffar beyden adı Selahaddin olan bu âlime ulaşmak istediğimi söyleyip, ev telefonunu gösterdim. Otelin lobisinden Selahaddin beyin evini aradı. Selahaddin beye Türkiye’den gelen bir gencin kendisini beklediğini söyledi. Selahaddin bey de 1 saat sonra otelde olacağını iletmişti. Abdülgaffar bey kahvaltı sonrası işlerini halletmek üzere yanımızdan ayrıldı.

Yaklaşık 1 saat sonra Iraklı âlim Selahaddin bey yüzünde tebessümlerle çıkageldi. Yıllardır kavuşmayı bekleyen iki dost misali kucaklaştık ve uzun uzun konuştuk. Anlattıklarımı büyük bir vakarla dinledi. Hem gülüyor hem de hüzünleniyordu. “Hadi hazırlan seninle Quetta’yı gezelim, senin için ilginç olacak” dedi. Bu ilginç sürpriz beni heyecanlandırmıştı. Hemen odama gidip duşumu aldım ve elbiselerimi değiştirip geldim. Acaba dışarda neler bekliyordu beni? Otelin önünde bekleyen Selahaddin hocanın Toyota marka pikabına binip Quetta şehrini dolaşmaya başladık.. Selahaddin hoca, modern ve kadim mimari karışımı olan bu şehri gezdirirken bir yandan da şehri anlatıyordu: “Quetta şehri Pakistan’ın Belucistan eyaletinin başkentidir. Quetta Peştu dilinde “Kale” anlamına gelmekteydi. Şehrin her tarafı heybetli dağlarla çevriliydi. Etrafını bir halka gibi saran bu dağlardan dolayı “Kale” yani “Quetta” adını almıştı. Heybetli Quetta’ları hayranlıkla izliyor, daha fazla şey öğrenmek ve tüm bu gördüklerimin bütün ayrıntılarıyla hafızamda yer etmesini istiyordum. Evet hayallerim gerçekleşiyordu ve hedefime doğru adım adım ilerliyordum.

Selahaddin hoca ise anlatmaya devam ediyordu:

Burada yaşayan halka “Beluç” denilmekteymiş. Beluçça konuşan bu insanlar Afgan halklarından olan Peştunlara benzerlikleriyle çok dikkat çekmekteydiler.. Zaten Quetta şehri de Afganistan’a çok yakın olduğu gibi Peştunların çoğunlukta yaşadığı Afganistan’ın Kandahar şehrine çok yakındı. Ahh Kandahar, hep nasıl bir yer olduğunu hayal etmiştim… Kandahar şehri Büyük İskender’in kurduğu bir şehirdi. Adını da ondan almaktaydı. Büyük İskender’in kurduğu İskenderun, İskenderiye şehirleri gibi… Kadim dönemlerde “İskandahar” olarak isimlendirilen şehir, asırlar sonra “is”in telefuzzdan düşmesiyle “Kandahar” olarak kullanılmaya başlanmıştı. Beluçlar, Pakistan, İran ve Afganistan’da yaşımaktaydılar. Arap ülkelerinin özellikle Umman, BAE, Suudi Arabistan, Katar vb. körfez ülkelerinin ordularında ciddi bir Beluç nüfusu olduğunu ve körfez ülkelerinin ordularında Beluçların çok etkin olduklarını” da yine Selahaddin hocadan bizzat dinleyerek öğreniyordum.

Bazen arabadan iniyor, sokakta yürüyoruz hem de envai çeşitlerde sıkma meyve sularından içerek şehri temaşa ediyorduk.. Şeker ve süt karaşımı da olan bu meyve sularını çok sevmiştim. İkindi namazını güzel bir camide eda ettikten sonra bir lokantaya gittik. Yemek sonrası Selahaddin hoca beni kaldığım otele bırakırken, sabah gelip beni alacağını ve tren garına bırakacağını söyledi. Kendisiyle vedalaşıp ayrıldık. Otel gerçekten çok güzeldi. Günün tatlı yorgunluğunu odamda geçirirken gün içerisinde gezdiğimiz yerleri gözümün önüne getiriyor, Rabbime bu imkanları bana verdiği için hamdediyordum. Gece çok derin ve rahat uyumuştum. Erkenden yola çıkacağım için sabah namazı sonrası uyumayıp hazırlık yaptım. Valizlerimi hazırladıktan sonra kahvaltımı yaptım.

Otel masraflarımızı ödemek için resepsiyona gittiğimde benimle birlikte 4 turistin masraflarının da Abdülgaffar bey tarafından ödendiğini duyunca içimde şaşkınlıkla karışık bir burukluk hissettim. Hem mutlu olmuş hem de bu beyefendiye yeterli teşekkür edemediğimiz için üzülmüştüm.

TRENDE YEMEK MÜCADELESİ

Kahvaltı sonrası Selahaddin hoca gelip beni aldı ve tren garına bıraktı. Biletimi de o almıştı. “Sana yataklı vagon aldım. İslamabad’a yolculuğun çok uzun olacak. Onun için sıkıldığında ondan üst bölüme geçer uyursun” dedi. Biletimi alıp trene doğru geçerken Selahaddin hocayla vedalaşıp kendisine çok teşekkür ettim. “Vazifemiz evlat. İlim talebelerine yardımcı olmak dinimizin bir emri” dedi. Sonra Selahaddin hocadan ayrılıp trene bindim. İlim tahsil etmek için hayırlı niyetlerle çıktığım yolda Allah bana ne kadar da güzel insanları rehber tayin etmişti. Mutluluk ve minnet doluydum. Vagonumu bulup girdim. Valizlerimi yerlerine koydum ve beklemeye başladım. Bir ara vagon içinde biraz gezintiye çıkmıştım. Trenin ara koridorlarında neler yoktu ki, tavuklar, keçiler vb.. İlk başta çok şaşırtmıştım bu duruma fakat daha sonraki yıllarda Hind alt kıtasında bu gibi durumların çok normal olduğunu öğrenecektim. Ne de olsa hayatımın ilk tren macesını yaşıyordum, kimbilir daha neler görecektim. Bir an arkamdan gelen gürültüyle başımı çevirmiştim ki, O da nesi ? Aniden odama bir ailenin giriverdiğini gördüm. Aile odamı tamamen doldurmuştu. Bir hışımla “burası benim yerim lütfen başka bir odaya geçin !” desem de bir faidesi olmadı. Zira camın kenarında kendime zor bela yer açarak oturacak bir yer ayarlayabilmiştim. Biz tartışırken tren çoktan dolmuş ve hareket sireniyle ilerlemişti bile.. Başlangıçta yaşadığımız bu hafif gerginlik saatler ilerledikçe aileyle kaynaşmaya dönüştü. Yanındaki  yemeklerden bana da ikram ettiler. Fakat henüz yemeklerine alışık olmadığım için kibarca reddetmek durumunda kaldım. Ben de Türkiye’den getirdiğim bisküvileri çıkarıp yemeye başladım..  Aile üyelerinin kıyafetleri dikkatimi çekmişti. Burada kadınlar da erkekler gibi şalvar kamis giyiyordu. Kadınların giyimlerinin erkeklerden tek farkı elbiselerinin renkli olmasıydı.

Renkli elbiseler içindeki kadın yemek yemeyişime çok içerlemişti belli ki; bu gence bir şeyler ısmarla dercesine ha bire eşine bir takım işaretler yapıyordu. Adam da kalkıp çantalarında ne tür nevaleleri var ise hepsinden bana sunmaya çalışıyordu. Hiç birisini yemeye ikna olmamıştım. Bu konudaki ısrarları hem onları hem de beni cidden çok yormuştu. Çünkü içimden gelmediği halde ikramlarını zorla yesem midem harap olur diye endişeleniyordum. Yolculukta mide sıhhati hakikaten önemlidir. Olur da midenizi bozacak yiyecekler yerseniz yolculuğunuz felakete dönüşebilir. Sonunda onlar da bu yemek yedirme mücadelesinden vazgeçmişlerdi de ben de rahat bir nefes alabilmiştim.

Bir yandan da rayların gıcırtıları arasında sallana sallana yol alıyor,  bir yandan da dışarıyı merakla  izleyen gözlerimi uyumaya ikna etmeye çalışıyordum. Uzun ve zorlu bir yolculuk sonrası Pakistan’ın başkenti İslamabad’a yakın Rawalpindi şehrinde varmıştık. Bu şehir bana Amerikan kovboy filmlerindeki şehirleri anımsatmıştı. Bir taksi bulup beni İslamabad’daki gösterdiğim adrese götürmesini rica ettim. Yeni bir güne merhaba dediğim bu şehirde yepyeni  maceralar beni bekliyordu. Yüzümde belli etmemeye çalıştığım mahcup bir gülümseme, yüreğimdeki heyecana eşlik etmeye çalışıyordu...

İSLAMABAD BENİ KENDİNE AŞIK EDİYOR

Rawalpindi’den başkent İslamabad’a yaklaşırken heyecanım gitgide artıyor. Sonu bir camiye varan upuzun bir yoldan geçiyoruz. Modern ve villa tarzı inşa edilmiş evlerin ağırlıklı olduğu İslamabad, hem doğal güzelliği hem de yeşilliği ile dikkatimi celbediyor. Şehir pırıl pırıl aynı zamanda da çok düzenli. Margala Tepeleri’nin eteklerine kurulan cami mimarisi dikkatimi çekiyor. Şoföre 4 minareli bu büyük modern camiinin adını soruyorum. O da “Faysal Camii” diyor. Şehrin çok uzağından görünen cami, heybeti ve dizaynı ile şehri adeta kendine doğru çekiyor. Daha sonra bu caminin Türk mimar ve siyaset adamı Vedat Ali Dalokay tarafından yapıldığını öğreniyorum. Bu beni ayrı mutlu ediyor. Aslında caminin mimarisi önce Ankara’da Kocatepe Camii yerine düşünülmüş fakat mimari tarzımıza uymadığı için İslamabad’da yapılmış. Finansmanını da zaten Suudlular karşıladığından camiye Suudluların şehid Kralı Faysal’ın adı verilmiş.

O büyük yoldan camiye doğru yaklaşarak etrafını dolaşan taksi, bir ormanın içinde bulunan öğrenci kampüsüne bırakıyor beni. İstediğin adrese geldik diyor. Valizlerimi alıp indikten sonra taksiciye de parasını ödeyip gönderiyorum. Kuveytliler tarafından yapıldığı için Kuveyt Hostel adı verilen öğrenci kampüsündeki kapıda bekleyen güvenlik görevlisine elimdeki kağıdı göstererek, şu Türk öğrencilere geldim diyorum. Beni biraz bekletiyor. Bir süre bekledikten sonra burada okuyan hemşehrim Abdurrahman abi ve diğer arkadaşlar beni karşılamaya geliyorlar. Onları gördüğümde özlemle kucaklaşıyoruz ve kampüsün içindeki bir çimenlikte oturarak uzun uzun hasret gideriyoruz. Heyecanlı bir şekilde onlara yaşadıklarımı anlatıyorum. Hem gülüyorlar hem de eğleniyorlar. Çünkü karayolu ile gelenlerin hemen hepsi benimle aynı yollardan geçmiş meğer. Onlardan tek farkımın bu yolu tek başıma gelmiş olmam olduğunu öğreniyorum. Onlar bu cesaretimi takdir edişleri beni gerçekten onure ediyor.

Uzun süren sohbet sonrası Abdurrahman ağabey ile kalacağım odaya geçtik. Buraya geleceğimi haber aldığını söyledi. Ama bir hafta süren yolculuğumun uzun sürdüğünü belirtti. Kampüsteki odada iki yatak vardı. Diğerinde başka bir öğrenci kalıyordu fakat ben geldiğim için Abdurrahman ağabey’in talebi üzerine birkaç günlüğüne başka bir odaya geçmişti. Böylece şimdilik boş olan yatakta kalabilecektim. Ben valizlerimi yerleştirirken Abdurrahman ağabey de çay hazırlıyordu. Çayımız yudumlarken hem memleketten hem de ülkeden konuştuk. Nisan ayının ortaların varmıştım Pakistan’a. Eğitim döneminin bitimine neredeyse iki ay kalmıştı. Abdurrahman ağabey İslamabad’daki okula girebilmem için imtihanın şart olduğunu ve imtihanın da hem Arapça hem de İngilizce yapıldığından bahsetti. İmtihanlara üç ay vardı bunun için iyi hazırlık yapmamı önerdi. Aksi taktirde bir yıl beklemek zorunda kalacaktım. Birkaç gün sonra Pakistan’ın Lahor şehrine geçip orada bir akademide İngilizce ve Arapça öğrenmemi önerdi. Ben de önerilerini dikkate alarak, bir kaç gün İslamabad’daki hem Türk öğrencilerle tanıştım hem de İslamabad’ı gezdikten sonra otobüsle Lahor’a doğru yola çıktım.

KUREYŞİ İLE YILLAR SONRA BULUŞMA

Gece yarısı İslamabad’da bindiğim otobüs beni sabah gün ağarırken Lahor’daki otogara bırakmıştı. Otogarda beni Şener ve Talha kardeşlerim öyle sıcak karşılamışlardı ki sanki onları yıllardır tanıyor gibi hissetmiştim. Gurbetin en güzel taraflarından biri de sizi böylesi sıcak bir şekilde sarıp sarmalayan, dostcanlısı insanlara denk gelmekti. Bir kez daha yolumu bu güzel insanlarla kesiştiren rabbime hamdettim. Tanışma faslından sonra valizlerimi alıp, Pakistan’da ulaşımda çok yaygın olarak kullanılan “rakşa” adı verilen üçtekerlekli motosiklete bindik. İlk kez bindiğim Rakşa hakikaten çok neşeli bir araçtı. Her sokağa girebilen araç bazen anayoldan çıkıp çukurlu yollarda bizi sallaya sallaya yol alıyordu. Milyonlarca insanın yaşadığı bu şehirde baharat kokuları arasında  Pakistan Cemaati İslami merkezine çok yakın bir mesafede bulunan “Mevdudi Enstitüsü”ne vardığımızda valizlerimizi alıp Rakşa’dan indik. Güvenlik görevlisi Şener ve Talha’yı tanıyıp bizi içeri aldı. Talha ve Şener’in beraber kaldığı odada bir kişilik yer vardı ve onu bana ayırdılar. Ben de eşyalarımı düzenleyip daha sonra ilk kez tanıştığım bu iki can dostla uzun uzun sohbet etmeye koyulurken, enstitüdeki diğer arkadaşalar da (Atıf, Alaaddin, Kadir, Yakup ve hatırlayamadığım diğer dostların) gelmesiyle odamızda bir şenlik havası oluşmuştu. Hepsiyle tanışıp bütün arkadaşlarla halen devam ettirdiğimiz çok iyi dostluklar kurduk.

Bütün arkadaşlar Pakistan’ın ünlü düşünürlerinden Mevlana Ebu’l Ala Mevdudi’nin adını taşıyan enstitüye girmemin şimdilik zor olduğunda hemfikirdi. Çünkü eğitim döneminin sonunda gelmiştim ve bunu başarmamın oldukça zor olacağını belirtiyorlardı. Bir de enstitütüye ya refaransla ya da imtihan ile girilebiliyordu. Türk öğrencilerden benden birkaç yaş büyük olan Atıf Özbey, ertesi gün beni okul yönetimi ile tanıştıracağını belki onların beni kabul edeceğini ifade etti. İçimi kocaman bir umut kaplamıştı ama yine de endişeliydim. O gece sabaha kadar okula kabul edilip edilemeyeceğimi düşündüm durdum. Sabah Atıf ağabey ile önce okul yönetimine gittik onlar zamanın geçmiş olduğunu enstitüye kabul edilemeyeceğimi söyledi. Oradan üzülerek çıkmıştım. Atıf ağabey, “Gel Cemaati İslami’nin merkezi olan Mansura’ya gidelim. Orada Türkçe bilen ünlü bir isim var belki o yardımcı olur” dedi. Böylece Mansura’ya gittik. Yöneticilerin bulunduğu binaya ulaştığımızda bahsedilen beyefendinin odasının kapısını çalıp içeri girdik. Korkuyla karışık yaşadığım heyecanımı bastırmaya çalışıyordum. Buraya kadar gelmiştim, Allah elbette bir kapı açacaktı, buna inancım sonsuzdu.

Oradaki herkes Atıf beyi yakından tanıyordu. Atıf ağabey hal hatır faslından sonra Türkçeyi çok iyi bilen zata durumumu arz etti. Beyefendi bana dönerek adımı sordu. Mahcup ama umut dolu gözlerle “Turan” dedim. Masasındaki ismi gözüme ilişti. Kureyşi yazıyordu. Bu isim bana ne kadar da tanıdık gelmişti.. Acaba gerçekten bu o aklıma gelen ihtimal olabilir miydi? Bu kişinin orta sonda yazdığım mektuba cevap veren Kureyşi olma ihtimali beynimde şimşek gibi çakıyordu. Ya öyleyse? Bu ne kadar güzel bir tevafuk ne kadar güzel bir lütuf olurdu. Daha fazla dayamayıp heyecanla kendisine sordum: “ben geçmişte bir mektup yazıp göndermiştim. Bana Kureyşi adında biri cevap vermişti o siz olabilir misiniz? Dedim. Kureyşi bey dikkatlice süzerek baktı, sonra çekmecesini açtı ve bana bir mektup gösterdi. Gülümseyerek “Bu mu?” dedi. Mektubu aldım baktım. “Evet” gerçekten bu muhteşem bir tevafuktu. Bu mektup benim yıllar önce gönderdiğim mektubun ta kendisiydi. Kureyşi bey tebessüm ediyordu. Beni ise hem heyecan hem de mutluluktan ne yapacağımı şaşırmış durumdaydım.Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi ve bacaklarım titriyordu. Kureyşi bey; “bu mektup hatırına seni enstitüye alıyorum. Gidin müdürle beyle konuşun o size uygun bir sınıf ayarlayacaktır” dedi.

O sırada okunan ezanla birlikte Kureyşi bey,”haydi gelin birlikte namaza gidelim” dedi. Mansura olarak adlandırılan sitenin içindeki camiye giderek öğlen namazımızı eda ettik. Secdeden başımı hiç kaldırmak istemedim, şükrümü daha fazla nasıl dile getirebilirdim. Bu elhamdulillah ne kadar güzel bir nimetti.

Çıkışta Kureyşi bey isimlerini üstad Mevdudi’nin Türkçe’ye tercüme edilen kitaplarından bildiğim birçok isimle bizi tanıştırdı. Onlara Mevdudi’yi ve kitaplarını anlattım. Mevdudi hakkında bu kadar bilgi sahibi olmama çok sevinmiş ve şaşırmışlardı. Hatta onlara üstad Mevdudi’nin yarım bırakmış olduğu Siyeri başta olmak üzere üç kitabını onun yöntemiyle tamamlayabileceğimden bahsettim. Sonra onlara Mevdudi’nin kitaplarında bunu nasıl hazırlayacağımı detaylandırdım. Bu onları çok etkiledi ve gerçekten çok mutlu olmuşlardı.

Daha sonra Atıf ağabey ile enstitüye gittik okul müdürü ile görüştük. Kureyşi beyin kendisine haberi verdiğini söyledi ve başlayacağım sınıfın bilgisini verdi.

Sonunda isteğime kavuşmuştum ve o kadar mutluydum ki.. Nasıl atlatsamdı, kelimeler yeter miydi ? Buraya kadar pes etmeyerek mücadele etmemin karşılığında artık dil eğitimine başlamıştım. Sınıftaki herkes hazırlık sınıfının son aylarında olduğu için İngilizce ve Arapça biliyordu. Ben ise hemen hemen bir kaç kelime dışında hiçbir şey bilmiyordum. Mısırlı olan Arapça hocamızın, sınıftaki arkadaşlar ile beni tanıştırması bambaşka bir olaya sahne oldu. Sınıftaki Doğu Türkistanlı gençler kendilerini Doğu Türkistanlı olarak ifade edince, sınıftaki Çinli öğrenciler hararetlenmiş, Çince bir şeyler söyleyip Türkistanlı öğrencilere parmak sallamaya başlamışlardı. Sınıftaki Arapça bilen Türk arkadaşa merakla ne olduğunu sordum. O da Çinlilerin Doğu Türkistanlı öğrencilere kızdıklarını çünkü Çinlilerin “Şincan” olarak adlandırdığı bölgeye Doğu Türkistanlı gençler  “Doğu Türkistan” diyorlardı. Peki, “Çinliler neden parmak sallıyor” diye sordum. Meğer  Şincan yerine Doğu Türkistan ifadesini kullanılmasından çok rahatsız oldukları için Çin hükümetine Doğu Türkistanlı öğrencileri şikayet etmekle tehdit ediyorlarmış. Hâlâ sallanan parmakların devam ettiğini görünce kendimi nasıl oldu da Çinli öğrencilerin içinde bulduğumu gerçekten bilemiyorum. Şaka desem değildi, aniden kendimi 5-6 kişilik grup olan Çinli gençleri tartaklarken buluvermiştim.  Sınıftaki öğrenciler ve hoca bizleri zor ayırmıştı. Ders sonrası yurda döndük. Tabii yurttaki herkes kavgayı duymuştu. Böylece kısa sürede herkes bizi tanımıştı. Sınıftaki Doğu Türkistanlı öğrencilerle çok iyi dost olmuştuk. Çinli öğrencilerle bir süre küs kalsak da bir müddet sonra onlarla da dost olduk. Onlara yaptıklarının hata olduğunu söyledim. Onlar da Çin devletinin kendilerini buna zorladığını ifade ettiler. Düşmanlığın toplumun üst katmanlarında inşa edilip, alt katmanlara nasıl nüfuz ettiğini ve sonuçlarının ne kadar acı olabileceğini sınıfta yaşadığım mücadele sayesinde bizzat müşahede etmiştim.

RENK CÜMBÜŞÜ ŞEHRİ: LAHOR

Pakistan’ın Pencap eyaletinin başkenti olan Lahor şehrini de İslamabad gibi çok sevmiştim. İslamabad sessiz ve sakin bir şehirdi. Pakistan’ın 200 milyon nüfusu vardı ama başkentin nüfusu 300 bindi. Lahor’un nüfusuysa 10 milyon civarında idi. Lahor, ülkenin yayıncılık, medya, moda, teknoloji ve sporun önde gelen şehirlerindendi. Badşahi Camii, Minar-e Pakistan, Lahor Kalesi, Büyük Hayvanat Bahçesi, Fakir Khana Müzesi ve Şalimar Bahçesi ile ülkenin en popular turistik mekanları buradaydı ve turistleri çeken gözde bir kentti Lahor. Aynı zamanda bir kültür şehriydi. Çok temiz yerleri olduğu gibi çok kirli bölgeleri de vardı. Ama asil şehirdi ve baştan başa tarih kokuyordu her yeri. Baharat kokuları arasında pazarlarını adımlamak, sahaflarında kitap bakmak, rengarenk kumaşlarını incelemek en büyük zevklerimdem olmuştu. Her hafta meşhur pazarı Anarkali Çarşısına uğrar sabahtan akşama kadar arkadaşlarla orada vakit geçirirdik. Lahor sokak satıcıları ile de meşhurdu. Alışamam dediğim yemeklerinin hemen hemen hepsine Lahor’da alışıvermiştim. “Dut patti” olarak adlandırdıkları sütlü çaylarını içebiliyor, “Çannah” adını verdikleri nohut yemeğini, “Samosa” denilen muska böreğini, “Paratha” adını verdikleri yufka tarzı ekmeklerini, “Tikka” denilen tavuk şişlerini, “Karahi” adlı sulu yemeklerini ve “anda timati” adını verdikleri menemen tarzı yemeklerinin çoğunu artık yiyebiliyordum. Bir kültürü yerinde tanımanın lezzetine varmıştım bir kere. Acıysa acı olmalı, baharatlıysa bol baharatlısından ortaya karışık tatmalıydım bütün lezzetleri.. Midem mi? Elbet midem de alışacaktı yavaş yavaş, gurbete alıştığı gibi… Öyle de oldu. Şimdilerde nerede bir Pakistan restaurantı görsem dayanamayıp içinde buluyorum kendimi, gençlik günlerimi yad edercesine.. Taptaze baharat kokuları arasında kaybolduğum günler nerede? Gurbetin beşiğinde tertemiz çıkarsız dostlukların inşa edildiği günler hep içimde, benimle… 

Lahor’da Badşahi Camii’nin yanında bulunan Pakistan’ın milli şairi Alleme Muhammed İkbal’in mezarını da ziyaret etme imkanı bulmuş ona dualar okumuştum. Şiirleriyle bana İslam dünyasının sevgisini aşılayan büyük bir şairdi İkbal. Daha sonra dini düşüncemin oluşumunda büyük izleri olan Ebu’l Ala Mevdudi’nin kabrini ziyaret etmiştim. Kabri evinin bahçesinde idi. Evinin yanında bulunan kütüphanesini ziyaret ederek, Arapça, İngilizce, Farsça ve Urduca okuduğu tüm kitaplarının yanında şerhlerini de okumaya çalışmıştım. Rabbim bu iki büyük adama da sonsuz merhamet etsin. Her şey istemekle başlamıştı. Emek, mücadele ve nasiple harmanlanınca ortaya hayat boyu tadını unutamayacağım ve herkese genç yaşta mutlaka tecrübe etmesini tavsiye ettiğim bir yaşanmışlıklar silsilesi çıkmıştı.

HALİDE EDİP ADIVAR LAHOR’DA

Lahor’a giderek alışmıştım. Her alandaki renkliliği ile bana Hind alt kıtasını sevdirmişti. Hindu, Budist birçok dinden ve mezhepten insanla tanışma imkanım olmuştu. Alt kıtadaki giyim kuşam, yaşam tarzı ilk başta bana farklı gelse de bu  mozaiği oluşturan farklı insanlarla yaşamayı öğrenmiştim. Özellikle, bu insanlarla tartışırken görüşümü dayatmamayı, yaşamlarına karışmamayı ve giyim kuşamlarını eleştirmemeye özen göstermekteydim. Münazaraya yenmek için değil, bilmek ve tanımak için gidiyordum. Ondandır ki bu renk cümbüşünün olduğu diyarda, kahir ekseriyete laik, solcu, dindar ve dinsiz insanlar birbirini anlamaya çalışır genelde. Bunun sağlıklı bir düşünme zemini hazırladığını farketmiştim. Böylece heybemde, bu coğrafyadan bizzat yaşayarak öğrendiğim ve kendimi geliştirdiğim güzel hasletler biriktirebilmiştim. Dışarıdan bakınca sert ve haşin görünen bu insanların aslında ne kadar naif ve alçak gönüllü olduklarını gördüğümde ise öryargıların insanları nasıl da zincirlediğini anlamıştım. Bu coğrafyadaki insanların, Türkiye ve Osmanlı sevgileri ise o kadar büyük ve bambaşka bir güzellikte ki; bizzat gidilip görülesi ve içine çekilesi duygulardandı..

Günlerden bir gün enstitüde beraber okuduğumuz Pakistanlı Altaf, dedesinin kendisini akşam yemeğine davet ettiğini söyledi ve benim de gelmemi teklif etti. Daveti kabul ettim ve bir gün sonra dedesinin evine gittik. Altaf’ın babası ve annesi akademisyendi. Dedeleri ise eski bir bürokrattı. Türki cumhuriyetlerde çok bulunduğu için Türkçe’yi daha çok Azeri lehçesi ile konuşuyordu. Bahçeli güzel müstakil bir villaları vardı. Pakistan’da durumu orta halli bile olsa hemen hemen her ailenin hizmetçileri vardı. Güzel ev yemekleri yedikten sonra dedesi bana kendilerinin de aslen Türk olduğunu söyledi. Sonra uzun uzun Türklerin alt kıtadaki ihtişamlı tarihini anlattı. Kendimi bir anda Ortaokul ve Lise’de bize tarih öğretmenliği yapmış olan Bahattin Bölüm hocamın önünde gibi hissetmiştim. Siyasi görüş olarak MHP’li olan Bahattin hocam, coşkulu tarih anlatımıyla bize o yaşlarda tarihi sevdirmişti. Altaf’ın dedesini dinlerken gözüme duvarda asılı duran ve büyük bir kitleye hitap eden bir kadın takıldı. “Bu kim?” dedim. Dedesi “git bak” dedi. Kadın çarşaflıydı kim olduğunu çıkaramadım. “O senin ninen” dedi Altaf’ın dedesi. Şaşırdım bir anda “Ninem ne zaman buraya gelmiş?” diye espiri yaptım. Güldü ve sonra Halide Edip Adıvar dedi. Halide Edip 1935 yılında buraya geldiğinde Lahor’da milyonlara hitap etmiş. Bana Halide’nin “Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri” kitabını okuyup okumadığını sordu. Bu kitabı bilmiyorum ama “Sinekli Bakkal” ve “Türk’ün Ateşle İmtihanı” adlı romanlarını okuduğumu söyledim. Böylece Halide Edip Adıvar’ı gerçek anlamıyla burada tanımış oldum. Halide Edip’in “Türkiye’de Şark-Garp” ve “Hindistan’a Dair” isimli  kitapları ise yıllar sonra Can yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılacaktı. O günden sonra Türkiye’ye döndüğümde yıllar sonra Halide’nin bütün kitaplarını okumak nasip olmuş ve kitaplarını sevdiğim birçok kişiye hediye etmiştim. Uzun uzun sohbet sonrası Altafların evinden ayrılırken dedesi bana Halil Halid adlı bir yazarın “The Crescent Versus The Cross” kitabını hediye etmişti. İngilizceyi geliştirip kitabı okumaya başladığımda şok olmuştum. Pakistanlı sandığım Halil Halid oysa Pakistanlı değil Türk vatandaşı idi, hem de Osmanlı Sarayından biri. Halil Halid’in kitabı Türkçe’ye Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları’ndan “Hilal ve Haç Çekişmesi” adıyla tercüme edilmişti. Daha sonraki yıllarda Halid’in diğer kitaplarının da Türkçe’ye kazandırılmasında rol alacaktım. O güzel geceden sonra bir çok bilgi ile donanmış ve mutlu bir şekilde yurda dönmüştüm.

Yine bir gün Türkiye’den Hind alt kıtasındaki Kur’an-ı Kerim tefsirleri üzerine doktora çalışması yapan Abdülhamit Birışık bey geldi. Lahor’da Cemaati İslami’nin merkezi olan Mansura’nın misafirhanesinde kalıyordu. Arkadaşlarla gidip kendisiyle tanıştık. Bir ara bana o akşam üzeri Pakistanlı ünlü alim Emin Ahsan İslahi’yi ziyaret edeceğini söyledi. Ben de izin verirseniz size katılmak istiyorum dedim. Böylece akşam üzeri Lahor’da bulunan İslahi’yi evinde ziyaret ettik. 1904-1997 yılları arasında yaşamış olan İslahi’yi yine Cemaati İslami’nin tarihi okurken Lise dönemlerimde denk gelmiştim. Tedebbür-i Kur’an tefsirinin yazarı Islahi ile bir kaç saat vakit geçirdik. Çok özel ve unutulmaz güzel bir görüşme olmuştu benim için. Abdülhamit bey de Islahi’den kitaplarının tercüme hakkını almıştı. Ama maalesef üstadım halen bunları Türkçe’ye tercüme etmedi. Umarım kısa sürede tefsirinin tercümesini Türkçe’ye kazandırır. Tefsirler üzerine yaptığımız uzun görüşmeden sonra oradan ayrıldık. Islahi’nin yaptığımız bu görüşmeden iki yıl sonra hayatını kaybettiğini öğrendim. Rabbim kendisine gani gani rahmet eylesin.

İSLAMABAD’A DÖNÜŞ

Lahor’da dolu dolu geçen üç aydan sonra İslamabad’daki Uluslararası İslam Üniversitesi imtihanlarına girmek için İslamabad’a dönmüştüm. İmtihanlara bir hafta kalmıştı.

İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) tarafından kurulması hedeflenen üç üniversitenin biri öncelikle Türkiye’de kurulmak istendiğini öğreniyordum. Hatta bunun için yer bile tahsis edilmiş. Ancak dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren o zaman bunun Türkiye yerine başka bir ülkede kurulmasını önermiş. Daha sonra Pakistan Devlet Başkanı Ziya Ül Hak Pakistan’da kurulmasını kabul etmiş. Üniversitenin ders müfredatını Filistin asıllı ünlü Müslüman düşünür İsmail Raji el-Faruki ve ekibi üstlenmiş.  “Bilginin İslamileştirilmesi” fikrinin de mimarı olan Faruki, çok iyi bir müfredat oluşturmuş. Bütün İslami ilimlerin Arapça öğretildiği ve Sosyoloji, Felsefe, Psikoloji gibi sosyal bilimlerin de İngilizce öğretildiği bir model oluşturmuş. Üniversite 6 yıllık olarak, 2 yıl İngilizce ve Arapça dil eğitimi 4 yıl da derslerin okutulması şeklinde tasarlanmış. İsteyen öğrenciler yaz döneminde ilave dersler alarak bu süreyi 5 yıla da düşürebilmektedir. İslam dünyasının en ünlü isimlerinin ders verdiği bu üniversitede 135 ülkeden gelen öğrencilere halen eğitim imkanı sunulmaktadır.

Her yıl yüzlerce kişiyi imtihanla alan üniversite benim gittiğim yıl ise alım sayısını çok düşürmüştü. Türkiye’ye ayrılan kontenjan 20’ye yakın iken o yıl 3 ile sınırlandırılmıştı. Türkiye’den o yıl imtihanlara girecek öğrenci sayısı 30’u buluyordu. Hemen hemen o öğrencilerin çoğu benden bir yıl önce oraya gelmişti. Hepsinin İngilizce ve Arapçası benden iyiydi. Bense üç aylık İngilizce ve Arapçam ile imtihana girecektim. İmtihan günü geldiğinde büyük bir heyecan ile imtihana girdim. Çıktığımda dostlarla imtihan üzerine sohbet ettik. İyi puan alacağımı düşünüyordum ama benden dilleri daha iyi olan arkadaşlar ve alınacak 3 kişi beni içten içe üzüyordu. Acaba 30 kişi arasından ilk üçe girebilir miydim? İmtihanların açıklandığı sabah arkadaşlarla okula doğru yola çıktık. İngilizcesi ve Arapçası çok iyi olan arkadaşlar bizden önce gitmiş fakat üzgün bir şekilde geri dönüyorlardı. Yolda karşılaştığımız bu arkadaşlar sınavı kazanamadıklarını söyleyince dizlerimin bağı çözüldü, içime bir kor düştü. Onlar kazanmadıysa benim kazanmam namümkün idi. “International” olarak adlandırdığımız genelde öğrencilerin takıldığı sokak lokantasında arkadaşlarla biraraya geldik. Sütlü çaylarımızı yudumlarken ve bundan sonra ne yapacağımız üzerine üzüntülü bir şekilde hem sohbet hem istişare etmeye başladık. Hayatta her şey olabilirdi. Üzüntüler de sevinçler gibi kalıcı olmayacaktı. Önemli olan ilim uğruna çabalamaktı, yorulmaktı, ter dökmekti ama asla vazgeçmemekti! Bu yolda elde edilecek tecrübeyi ise sadece anlatmak yetmezdi, yaşanmalıydı da… Hem hayatın kendisi imtihan değil miydi? O halde asıl derdimiz olan hayat imtihanını kazanmaya odaklanmak daha ulvi bir çabaydı. Birbirimizi yatıştıran ve düşen enerjimizi yeniden yükseltmeye cesaretlendiren tüm bu konuşmalarımızın neticesinde acaba benim sonucum nasıldı? Sınavı kazanmış mıydım yoksa kazanamamış mıydım? Daha fazla vakit kaybetmeden gerçekle yüzleşmek üzere ayağa kalktım ve heyecanla okula doğru yürümeye başladım…