İnsanoğlunun hayata tutunmak için, uğrunda birtakım fedakarlıklar yaparak, kendini mutlu hissettiği, yaşamaktan haz duyduğu ve hadi öyle söyleyeyim, “hayatına anlam kattığı” duygu bağları, his dünyası, aidiyet arzuları vardır.

Mesela biz Müslümanlar için, temeli imanımıza dayanan birçok örnek vermek mümkün. Rasulullah(sas)’e duyduğumuz muhabbetten başlayıp, seçkin insan toplulukları olarak ashabına duyduğumuz bağlılık, onların izlerinden gitmeleri ve dünyaya hayırlı bir nam, güzel bir hatıra ve yüksek bir şan bırakan ecdadımıza duyduğumuz aidiyet duyguları bizi hayata bağlayan, yaşadıklarımıza anlam katan ve gelecek tasavvurumuzu şekillendiren iç dinamiklerimizdir.

Kendimizi ait hissettiğimiz milletten, neslimizin geldiği aileye, bir nimet ve imtihan olarak lütfedilen evlatlarımızdan, bir şekilde bağımız olan ve değer verdiğimiz insanlara, arkadaşlarımıza ve dostlarımıza; ortak duygularımız, ortak hayallerimiz, ortak acılarımız ve ortak sevinçlerimiz olan her bir varlığın ve duygunun bizi biz yapan, insanlık damarımıza can veren, hayatımıza değer katan bir yanı, bir etkisi ve bir katkısı vardır.

Bu dünya hayatında hiçbir şey mükemmel değildir ve olmayacaktır. Bu bahsettiğim duygular ve bağlar da hatasız, eksiksiz ya da sonsuz değildir. Biri azalıp diğeri çoğalarak, biri ağırlaşıp bir diğeri hafifleyerek, biri bitip diğeri başlayarak bizi bir yerlerimizden tutup hayata ve hayatın getirdiklerine bağlar, dayanmamızı sağlar ve nesiller gelip geçer, sonuçta dünya burası, burada işler böyle yürüyor.

Bir de kızdıklarımız vardır, nefret ettiklerimiz hatta, insanı hayata bağlayan önemli bir duygudur bu; irili ufaklı pek çok kişi ya da mesele kafamızı bozar, içimize daraltır, öfkemizi celp eder, mümkündür.

Üzerinde normal her insanın ittifak ettiği bir konuda, hemen herkes aynı rahatsızlığı duyar, o da zulümdür. Zulmü, hak sahibinin hakkını vermemek ya da hakkını elinden almak gibi temel bir tarifle anlayan hemen herkes, bu durumdan en azından hazzetmez, hoşlanmaz. Bir ileri aşamada nefret eder.

Zalimin ya da mazlumun kimliği, kişiliği ya da birtakım mensubiyetleri kafaları karıştırsa da; vicdanının derinliklerinde, her normal insan zulümden rahatsızlık duyar.

Politik duruşları sebebiyle gözleri kör olanlar, desteklediklerinin zulmüne ya da karşı olduklarının maruz kaldıkları zulme maalesef sessiz kalabiliyor hatta alkış tutabiliyorlar. Buna da alıştık…

Batı hayranları bir başka bahane ile batının yaptıklarını hoş görmenin bir yolunu bulurken, doğulu emperyalistlerin hayranlarının bahaneleri hakkında bir fikrim henüz yok. Öyle ya, bir insan neden zulmü mazur görsün hele de kendisi için bir bahane yokken?

Batı hastaları için “müreffeh ve demokrat” dünyanın devam etmesi için, geri kalanlara olanlar önemli değildir. Ülkelerin yıkılması, insanların yok edilmesi gerekiyorsa edilir, sorun değildir. Yeter ki, batının rahatı bozulmasın ve hayranlık duyacakları, tapınacakları bir ilahları olsun batı ve kimse onlara dokunamasın, dokunmak ne kelime, rahatsız edemesin. Belki yılda birkaç kez ya da başları sıkıştığında tamamen kaçıp sığınacakları bir güvenli liman olarak, orada öyle dursun istiyorlar ve ben emin olun bunu anlıyorum. Neticede insan budur; rahatını arzular, güvenlik ister, keyfine göre dünyanın safasını sürmek ister.

Anlamadığım, doğu hayranları dediğim, Avrasya bloğunun sorgusuz sualsiz köleleri. Bunların ne Çin’den ne Maçin’den bir beklentilerini görmedim. Ne Rusya’ya ne de İran’a göç etmek ve orada yaşamak gibi bir hayalleri olduğunu da duymadım. Birkaç günlüğüne gidip geldikleri ve aslında gittiklerine gideceklerine pişman olup döndükleri halde, ne hikmetse ve ne gibi bir motivasyonları varsa, onlara asla ve kata laf söylemiyor ve söyletmiyorlar.

 Öyle ilginç bir doğu emperyalizmi hayranlığı ki bu; kendi yaşadıkları, ekmeğini yedikleri, nesillerini yetiştirdikleri, gelecek hayallerini kurdukları, aslında yalandan şikayet etseler de mutlu ve mesut yaşadıkları, kendi yurtlarına ve topraklarına, yani kendi ülkelerine sahip çıkmadıkları ve savunmadıkları kadar, İran veya Rusya’yı savunuyor, Çin’e laf gelmesin diye çırpınıyorlar.

Siyasi ya da dini kimliklerinin bir önemi yoktur, ırklarının ya da kan bağlarının da bir ederi yoktur onların gözlerinde. Her konuda nasıl oluyorsa, içlerinden geldiği her halinden belli bir samimiyet ve bağlılıkla, efsunlanmış gibi bu ülkeleri ve politikalarını dillendirip, itiraz edenlerle tartışmaktan geri durmuyorlar.

Dinlerine küfredilse tepki vermeyen Müslümanlar, bu ülkelere laf gelmesin diye çırpınıyor!

İçkisine zehir katılsa ses etmeyen sekülerler, bu devletler başarılı olsun diye yerinde duramıyor!

Nasıl oluyorsa, aynı anda hem İrancı, hem Rusçu, hem de Çİnci oluyorlar! Biri Müslüman, biri Hristiyan, biri komünist ama aynı kalpte hepsinin sevgisini mis gibi taşıyorlar. Hem de öyle böyle değil, candan ve uğrunda can verecek kadar.

Bu duruma bir izahat bulamadım bu bana dert oldu ama bu ülkeyi ve İslam dünyasını onlara bırakmadık şükür, bu da onlara dert olsun!

Suriye’nin firavunu Esed’e ve destekçilerine lanet olsun!