Eylül akşamının son saatleri.. Vedaların mevsimi yeni bir hüzün rüzgarı getiriyor yanında. Çekirge sesleri ağaçlarla birlikte sarıyor etrafımızı. Ezan sesini duyup eve gelen çocuklar yemek masasında daha mutlu. Kıyıya vuran mülteci çocukların fotoğrafını hatırlıyorum ve derin bir sessizlik.. Ekrandan yükselen feryatlar, şehit babasının ardından yağmurlu gözlerle bakan yetimler için daha karanlık gece.. Sofrasına ateş düşen aileleri düşündükçe, ne yediğimiz anlam buluyor ne de hep başkalarını suçlayan düşüncelerimiz..

Hayatın arka sokaklarında yaşananları yazma konusunda iyi olabilirsiniz. Terör üzerine araştırmalar yapabilir, kimselerin bilmediği analizler hazırlayabilirsiniz. Ama yüreği paramparça olmuş şehit annesini teselli edecek bir cümle bulamazsınız bazen..

Yaşananlar karşısında sorumluluk olarak gördüğümüz tek şey tarafımızı savunduğumuz paylaşımlar, değişen profil resimleri, siyah kurdeleler.. Sosyal medya kendini arayan insanın görünme tutkusunu, içindeki benlik boşluğunu dolduran bir ortam. Bu aralar klavye başında vatan kurtaran terör uzmanlarını (!) merakla takip ediyoruz. Toplum olarak medyanın kitleleri etkileyen, ideolojileri dizayn eden bir araç olduğunu biliyoruz. Ama her doğruyu hemen kabullenmek yerine kaynağını, sebebini ve arkasındaki amacı iyi okumalıyız. Sahte isimler üzerinden, doğru ya da yanlış herhangi bilgiyi istediğiniz tarafa kabul ettirip paylaştırabiliyorsunuz. Üstelik o yalan üzerinden kişileri hedef alıyor, yapmadığı bir şeyi yapmış gibi gösterip 'sanal gıybet halkaları' kurabiliyorsunuz. Sosyal ağlar böylelikle bilgi çöplüğüne dönüşüyor. Ama asıl problem insanın varlığını çevrimiçi olmakta araması. Hepimizin aradığı bir şey var hayatta. Herkesin adandığı bir kapı var. Şarjı biten insanlığın modern zamanda en büyük imtihanlarından biri de kendinden başkasını göremediği sanal dünya..

Bizi bir arada tutan, tefrikadan uzak bütünleştirici cümleleri seçmeliyiz zor zamanlarda. Zira söz medeniyetinin emanetçisi olmak, şiddetten beslenen ideolojilere ve örgütlere karşı sözü savunmak insan olmanın bir gereğidir. Maatteessüf, farklı görüşlerin bir araya gelmesi, ortak bir frekansta buluşması giderek zorlaşıyor. Birbirini suçlayan, teşhis koymakta mâhir ama çözüm konusunda herhangi bir fikri olmayan insanların sayısı artıyor. Menfi bakış merhametsizliği, başkasının derdinden habersiz olmak egoizmi beraberinde getiriyor. Bu konuda dertliyiz fakat daha başka dertlerimiz de var.

Bodrum sahilinde mülteci çocuklar.. Kıyıya vuran insanlığın bu fotoğraflar karşısında kayıtsız kalmasının psikolojik bir arka planı olmalı. Balinalar için eylem yapan, arka sokağında yaşayan mülteci ailelerden rahatsız olanlar iyi bakmalı o fotoğraflara.. “Suriyelileri göndermek lazım, insan ülkesinden kaçar mı, hepsi hain, hepsi hırsız bunların!” cümlelerini duyuyorsunuz değil mi etrafınızda.. Hayatında bir yetimin elinden tutmamış, bir dertliye teselli olmamış narsist tipler nasıl anlasınlar mülteci yalnızlığı.. Onları savunmakla ne yandaş olursunuz ne de falanca partili korkmayın..! Elbette ki mülteci politikasında rehabilitasyon ve eğitim açısından sorunlar var. Üç milyonu aşkın mülteciye kapılarını açan bir ülke için bu kaçınılmazdır. Ama bu ırkçı bakışla bir kalbimizin olduğunu iddia edemeyiz. Binlerce insan Batı’nın merhametsiz yüzüne rağmen bir umut denizlere açılıyor. Ama ne hikmetse ya botları batıyor ya da yaşama imkanları kısıtlı adalara terk ediliyorlar. Batı için insan olması yetmiyor onların, dinini soruyorlar, yoksulluktan kaçıp umut arayanlara ‘sürü halinde’ diyorlar!

Duâmız odur ki yeryüzünde sığınacak bir kapı arayan tüm mazlumlar “Rabbin seni terk etmedi” ayetiyle teselli olsun. “Biz de yaşamak için gelmişiz/İnsanlar..” diye başlayan Osman Sarı’nın şiiri o çocukların yüreğinden okunuyor merhametsiz yüzlere:

“Ey
Çağlar boyunca dost ve bir kaldıklarımız
Deniz dalgaları döğerse nasıl
Ölü ve kaygısız kıyıları
Öylece kıyınıza vurduk gövdemizi
Sularını yara yara Akdeniz’in..”