Hayati İnanç'la yaptığımız bir adalar seferinin hikâyesini dün okumuştunuz. Bugünse Hayati Hoca'yla yaptığımız söyleşiyi yayımlıyoruz. Hayati İnanç söze başlıyor:

Bin yıldır üzerinde yaşadığımız Anadolu’da Türk’ün gerçekleştirdiği iki büyük emsalsiz başarıyı müşahede ediyoruz. Biri şu: Son Peygamber (sav) dünyaya teşrif ettikten sonra bir milletin komple, tereddütsüz, millet olarak ihtida ile şereflenmesi ve ona candan, hasbi olarak hizmet etmesi bir defa rastlanmış hadisedir ve bunu, bu millet yapmıştır. Aşağı yukarı aynı dönemde göçebe bir hayattan yerleşik bir hayat düzenine geçerken daha önce fark etmediği güçlü bir lisan ihtiyacıyla dünyayı kolaçan etmiş, dikkatle izlemiş ve yine emsali olmayan bir başka devrimi (!) gerçekleştirmiş. İlim dili olan Arapça ve edebiyat, sohbet dili olan Farsçanın bütün imkânlarını Türkçeye kanalize ederek, Türkçeleştirerek, patırtı gürültü yapmadan, herhangi bir zorlamaya müracaat etmeden bugün adına Osmanlıca deyiverdiğimiz bir lisan meydana getirmiş. Yani dinde ve dilde, eş zamanlı olarak öncesinde ve sonrasında örneği görülmeyen iki büyük başarıyı gerçekleştirmiş...

Beş bin klasik dönem şairi var

Sonra bu lisanı nasıl tasarruf etmiş, nasıl kullanmış. Yeryüzünde bu kadar ihtişamlı, bu kadar zengin başka bir edebiyat var mı, diye baktığınız zaman yoktur deseniz mahcup olmazsınız. Çünkü o kadar zengin ki… Kesin rakamlar olmamakla beraber bilinen beş bin kadar klasik dönem şairi var. İslam aydınlanma çağı diyebileceğimiz bin yıl boyunca isimlerine henüz ulaşılmamış bir o kadar daha şair olduğundan şahsen benim şüphem yok. On bin şairden, on bin divandan söz ediyoruz… Yani kabaca bir tahminle on bin civarında ve bunlar muazzam bir disiplin içerisinde hakikaten insan aklına takla attıran, insan kabiliyetine takla attıran bir disiplin içersinde, nizam içersinde cereyan ediyor. Ve sonunda öyle bir noktaya gelmiş ki, 1930’lu 40’lı yıllara geldiğimizde Türkçe tarihinin en parlak dönemine, şahikasına ulaşmış iken aynı dönemde otopsi masasına yatırılarak hiç hak etmediği bir şekilde paramparça edilmiş. Hayret edilecek bir şeydir, suçlanmış, dışlanmış…

Yüzyıl önce bu topraklarda...

Bundan yüzyıl önce alelade bir liseden mezun olan bir delikanlının 18-20 yaşındayken sahip olduğu imkânı, bugün baktığımızda kıskanmamak mümkün değil. Bugün en iyimiz dâhil, her birimizin üstünde olmak üzere 3 dile hâkim, vâkıf bir genç olduğunu görüyoruz yüzyıl önce. Kayıp cidden korkunç, akla zarar bir kayıp. Şöyle bakıyoruz o yıllarda, yaklaşık 100 yıl önce İngilizce/Türkçe bir lügat hazırlanıyor, Red House lugatı… Oxford tarafından hazırlanan bu lugat, bugün hazırlanan lugatın 20 katı cesametinde. İngilizceye bir şey olmadığına göre o nispette zayıflayan lisan Türkçe maalesef! Tabi böyle bir Türkçeyle de ancak kavga edilebiliyor, ancak seviyesiz ilişkiler tesis edilebiliyor. Yüksek fikir spekülasyonuna asla fırsat ve imkân vermeyen bir lisan kalıyor ortada. Zaten son zamanlarda çok büyük şairler, mütefekkirler yetişmemesinin, yetişememesinin de en önemli sebebinin bu olduğu ortadadır. Lisanımıza sarılmak ve onu aşkla savunmak, sevmek, onu öğrenmek, ona vâkıf olmak her birimiz için hayat memat meselesidir, vesselam…

Okumaya hâlâ doyamadım

Hocam siz de 20. asırda doğdunuz. Hani, bu aşk nerden başladı?

Talihim yaver gitti,  daha 8-10 yaşlarında karşılaştığım hocalarım, rehberlerimden başlayarak talihim yaver gitti. Günümüzde cari olan Türkçe ile bir insanın kendini ifade etmesine hiç imkân olmadığını ayne’l yakîn gördüm. Hikmetsiz, tatsız sözler… Anladım ki ne varsa eskide var. Ve o kaynaklara uzandıkça, onları karıştırdıkça engin bir denizde olduğum hissine vardım. İşte geldik 50 yaşına... Okumaya hâlâ doyamadım…  Ve görüyoruz ki hayat orada. Yani bugün ancak onu okuduğumuz, anladığımız, oraya bir merak beslediğimiz müddetçe yaşadığımızı idrak edebiliriz.

Gençlerin işi zor değil!

Peki bir genç için zor mudur, tekrardan bu mirasa sahip çıkıp onu anlamak?

Katiyen zor değildir. Osmanlıca öğrenmek bunun ilk anahtarı... Osmanlıcayı okumayı ve yazmayı öğrenmek gündelik hayat aksatılmadan, tabiri caizse “sallana sallana” yapıldığında 3 ayı katiyen geçmeyen bir faaliyettir. Osmanlıca öğrenmek, bütün dünyayı hayran bırakan kütüphanelerimizle bizi buluşturmaya yetecektir. İş biraz merak, sadece merak…

Nerden başlamak lazım? Osmanlıca öğrendikten sonra eski şiir nereden okunabilir? Nasıl okunabilir?

Meselemiz eski şiiri öğrenmek ile sınırlı olarak ele alınacaksa ben Nabi divanını tavsiye ederim. Nabi merhumdan başlanırsa çok büyük bir ustadan başlanmış demektir. Bu insanın beklediğinden de daha geniş bir dünyayla kucaklaşmasını sağlayacaktır. Büyük fayda temin edecektir.

Hocam bir de şiir mahfûzâtınız hakkında çeşitli rivayetler var… Ne kadardır acaba?

Onu ben de merak ediyorum. Tespit etmek mümkün değil. 7, 8 bin beyiti ezberden okuyabildiğimi insanlar zannederler. Bana da öyle geliyor, yoksa oturup saymanın imkânı yok. Hani Nasreddin Hoca merhuma sormuşlar: “Dünyanın ortası neresi?” “Merkebimin bastığı yerdir.” demiş. Tereddüt edenlere de “ölçün o zaman” demiş. Yani bunu ölçmenin imkânı yok. Bir kaç ay birlikte olmak ve hakem nezdinde saymak lazım belki.

Fakat tabi rakamların burada önemi yok. Önemli olan o dünyaya açık olmak ve günümüzün rutinine, günümüzdeki anlamsız modernitenin bize dayattığı hususlara boyun eğmeden kendi hayatını kendisi yaşamaya ciddi bir karar vermek meselesidir. Ezberde beş beyit, sadece beş beyit olabilir. Asıl önemli olan, o lisanla karşılaştığında yabancı bir dille karşılaşmış gibi olmaktan kurtulacak kadar bir alt yapı tesis etmektir ki bu gençlik için hayat memat meselesidir.

Beyitler sizi ayağa kaldırır!

Sizin ruh ve fikir dünyanıza neler kattı bu beyitler?

Şöyle özetleyebilirim. Sürünüyorsanız sizi ayağa kaldıran, uçuyorsanız yere indiren bir disiplindir Klasik Edebiyatımız, hikemi tarzından bakılınca. Âşıkane şiirler cihetinden baktığınız zaman da aşkın ne olduğunu anlamanın başka bir yolunu ben bilmiyorum.

Şunu da sormak istiyorum, hani şu an nelerle...

Hep sormak istiyorsun zaten.

Eyvallah. Kısaca sizi tanısak mı? Nelerle meşgulsünüz? Şu an Divan şiirine ne tür yollarla hizmet ediyorsunuz?

Okumak suretiyle, okumak ve okuduğumu herkese anlatmak suretiyle… TRT’de devam eden ‘Can Veren Pervaneler’ isimli programımız var. Adıma bağlı, “Hayati İnanç” isimli bir web sayfam var, hayatiinanc.com. Oraya gelen soruları cevaplandırmak suretiyle bir merakın uyanması için çalışıyoruz.

Biliyorum ki merak uyandıktan sonra kimse mani olamaz. Benim öğrenme tarzım da bu oldu zaten. Merak ettiğiniz vakit ertesi gün imtihan zorunluluğu olmasa da öğreniyorsunuz, hem de zevkle öğreniyorsunuz.

Hocam, bütün bunları avukat iken öğrendiniz. Bir kişinin edebiyat bilmesi için edebiyatçı olması, edebiyat okuması şart mıdır?

Edebiyat okumaması gerekir diyeceğim de, çok saygı değer dostlarımı incitmekten endişe ederim. Hiç ilgisi yok yani. O meslek ayrı şey, edebiyat ayrı şey… Yani hayat tarzınızı belirlerken mesleğinizin size en fazla katkısı olabilir, mani niye olsun. Şu modern hayat tarzına dikkatle bakacak olursak günde heba ettiğimiz en az dört saatimiz var ve mesleğimize de bu kadar zaman ayırmıyoruz esasen… Yani bizim kendi zamanımızı değerlendirme kararlılığından ibarettir. Buna karar verebiliyor muyuz, mesele bu… Verdiğimize değer mi, mesele bu… “Hakikate ihtiyacımız var mı, hakikatin kilosu kaça, bize lazım mı?..” gibi bir sualin peşinde duruyorsak zaten konuştuklarımızın hiç bir manası kalmaz. Çok teşekkür ediyorum. Eksik olmayın.