12 Eylül Askeri Darbesi ile gelen Cunta yönetimi üniversiteleri askeri disiplinle hizaya sokmaya karar vermişti. 1981’in 6 Kasım’ında Resmi Gazetede 64 sayfa ile çıkan 2547 sayılı yasa bu amaçla hayata geçirildi. Yükseköğretim Kanunu, Demokles’in kılıcı gibi 1981 yılından bu yana üniversitelerin tepesinde sallanıp duruyor. Üniversiteleri tek tipleştiren YÖK yasası tartışıladursun, 40. Yılına daha da güçlenerek girdi.

Akademik özgürlüğün temelinde her üniversitenin kendi özgünlüğü içinde gelişmesi vardır. YÖK sistemi üniversiteleri tek tip olmaya zorladı. Bu zorlama da üniversitelerin güdük kalmasını sonuç verdi. Silik ve etkisiz üniversite tipi ortaya çıktı.

-YÖK yasası ile üniversitelerin geldiği nokta vahim. Araştırmayı topluma bağlamaması ve raflarda kalan tezler yazılması bir yana paralı, parasız başkasına tez yazımının ve intihallerin yaygınlaşmasını nasıl açıklayacağız? Bilim kurumlarının başına geleceklerin bilimsel çalışmaları ile temayüz edenlerden seçilmesi gerekirken, uluslararası tek yayını ve atıfı olmayanların rektör olabilmesi YÖK ile gelinen noktayı açıklamıyor mu?

Türkiye’deki yükseköğretim sisteminin geliştirilmesine katkı sağlamak amacıyla kurulan Üniversite Araştırmaları Laboratuvarı’nın (ÜniAr) kurucularından Prof. Dr. Engin Karadağ Türkiye’deki görev yaşan 196 rektörün akademik profilini çıkaran bir çalışma yapmış.

Atıf ve yayın verilerini derleyen “Web of Sience” sisteminden elde edilen verilere göre, uluslararası makalesi bulunmayan toplam rektör sayısı 68. Web of Science sistemine göre 46’sı devlet 25’i vakıf üniversitesi rektörü olmak üzere toplam 71 rektöre hiç atıf yapılmamış. Bir diğer atıf ve yayın verilerini derleyen Scopus’a bakıldığında ise aşağı yukarı benzer sonuçlar çıkmaktadır.

Bu tablo, YÖK sistemi ile gelinen vahim noktayı gözler önüne seriyor. Ciddi araştırma ve bilimsel yayın yapmamış kişileri bile bilim ve araştırma kurumlarının başına getirebiliyor. Halbuki bilim adamlığının en önemli bir göstergesi bilimsel yayınlardır.

-YÖK sistemi niçin değiştirilemiyor?

Türkiye'nin yükseköğretim hayatı 40 yıldır askeri darbenin kalıntısı olan 2547 sayılı mevcut YÖK Kanunu tarafından belirleniyor, şekillendiriliyor ve denetleniyor. YÖK yasası defalarca değiştirilmeye teşebbüs edildiyse de her seferinde sonuçsuz kaldı.

Ak Parti Hükümetinin iktidara gelişi ile birlikte 2003 yılından bu yana muhtelif zamanlarda YÖK’te reform teşebbüsleri oldu. 2003 yıllarında MEB bünyesindeki çalışmalara birkaç defa ben de dahil olmuştum. İlgili komisyonlarda görev almıştım.

Sonraki yıllarda ise reform çalışmalarına YÖK yönetimi öncülük etmeye başladı. Her defasında çeşitli çalışmalar, çalıştaylar, paneller ve konferanslar düzenlendi. YÖK öncülüğünde hazırlanan tasarılara dikkatle bakılınca bu çalışmalardaki asıl olması gerekenleri yansımadığını gördük.

-Teşebbüsler bu yüzden mi sonuçsuz kaldı?

YÖK yasa hazırlıklarımda çıkış noktası insana güven; amaç ise inovasyon ve yenilik getiren bir üniversiteyi inşa etmek olmalıydı. YÖK'ün maalesef değişime direndiği ve merkeziyetçi rolünü bırakmak; statüsünü kaybetmek istemediği görüldü. Birkaç yıl önce de bir teşebbüs oldu. YÖK’ün hazırladığı son teşebbüs ise anladığım kadarı ile hükümet tarafından gerçekçi bulunmadı. Bunun için Üniversite reform çalışmalarının YÖK dışında yürütülmesi daha isabetli olur. YÖK taraflardan birisi olabilir.

-Türkiye’de işlerin tıkanmasında en önemli amil, kurumlarda, “demokratik” değil, “bürokratik cumhuriyet anlayışı” olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet. Hele ki diğer kurumlara örnek olması gerekirken, hantal ve merkeziyetçi anlayışı savunması, ve kendi sorunlarının altında kalması Yüksek Öğretime hiç yakışmamaktadır. Her sahada olduğu gibi, Yüksek öğretimde de Türkiye’nin önünün tam açılabilmesi ve Dünya ile her alanda etkin olarak yarışabilmesi için, ülke insanı ve kurumlarına hala bir ‘çocuk muamelesi’ yapan ‘Ankara Vesayetini’ sona erdirecek bir yasanın ortaya konmasıdır.

-Üniversiteleri tek bir merkezden farklılıklarına bakmadan ve otoriter bir mantıkla yönetmek ve hatta vakıf üniversitelerinin de kimliklerini yok ederek onları da devlet üniversitesi haline getirmek hangi mantığın ürünüdür? Türkiye geneline yayılmış üniversiteleri YÖK kimliği ile aralarında onca büyük fark var iken bunlara tek bir elbise giydirmenin anlamı var mı?

Böylece hocaların ilmî ve fikrî hürriyeti inkâr edilmekte; ilim ve eğitim ordusunun komutanları adeta bir tür “köleliğe mahkum edilmektedir. Hür olmayan öğretmen ve öğretim üyesi hoca değildir. Nurettin Topçu’nun ifade ettiği gibi: “Fikir ve kültürün mahkûmiyeti en az vatan toprağının esaret altında kalması kadar acıklıdır.”

-Geçmişte yönetenlerin yanı başında hep âlimler ve bilge insanlar bulunurdu. Bu bizde gelenekti. Ama sonra o gelenek yok oldu. Bu gelenek nasıl yok oldu?

Bu konuda Oktay Sinanoğlu hocanın açıklamaları meşhurdur. Ona göre, Devletin içi dışı yabancı danışmanlarla doldu. Sonuç meydanda. Yabancı danışmanların işi “kuyu kazmaktır” Ayrıca, “Kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmaz” atasözü meşhurdur.

-O halde yapılacak önemli iş şu değil mi? Üniversiteleri, bilim ve teknik araştırma kurumlarını sil baştan yeniden düzenlemek.

Akademik özgürlüğün temelinde her üniversitenin kendi özgünlüğü içinde gelişmesi vardır. Üniversitelerin tek tip olmaya zorlamak onun güdük kalmasını sonuç verir. Silik ve etkisiz bir üniversite ortaya çıkar. Çözüm şurada: Tek tip üniversite anlayışından nasıl vazgeçeceğimizi konuşmalıyız. Şu soruyu sormalıyız kendimize: Her üniversitenin kendi özgünlüğü içinde gelişmesinin yollarını nasıl açacağız?

Belli üniversiteler merkez konumda kalmalı tabii. Merkez üniversitelerin araştırma ağırlıklı ve teçhizatlı olmasına dikkat edilmelidir.

Merkez üniversitelerde merkezi araştırma enstitüleri oluşturulursa, çevre üniversitelerden elemanlar günübirlik gelip gerekli eğitim ve araştırma hizmetini almaları mümkün olur. Yüksek lisans ve doktora eğitimini merkezi üniversiteler üstlenmeli.

Bir kısım üniversiteler ihtisas üniversiteleri haline getirilmelidir. Ziraat üniversitesi, otomotiv üniversitesi, öğretmen üniversitesi gibi…

- Daha somutlaştıralım isterseniz. Üniversitelerde hali hazırda yapılması gereken nedir diye sormak istiyorum.

Neler yapılabilir konusundaki düşüncelerimi de paylaşayım. Temel ve uygulamalı araştırmaları ve piyasayla yakın işbirliği yaparak ülke ekonomik gelişiminde ve refah seviyesinin yükselmesinde merkezî bir rol üstlenir hale getirmeli. Üniversiteler artan oranda uygulamalı araştırmalara yöneltmeli.. Öğretim üyelerini danışmanlık yapmaya ve teknolojik yenilikleri piyasanın hizmetine sunmaya teşvik edecek tedbirler alınmalı…

Üniversitelerde her şeyden önce araştırmaların topluma ve sanayiye faydalı olması için bilim ekolleri oluşturmalıdır. Dağınık araştırma faaliyetlerini toplumun gerçek hedeflerine yöneltmelidir. Doktora ve yüksek lisans çalışmaları mutlaka oluşturulacak 'bilim ve araştırma hedefleri' platformuna çekilmelidir.

-Bilim kurumlarımızda yeniden yapılanma ihtiyacı çok açık. YÖK ve TÜBİTAK gibi bilim kurumlarında başka hangi değişimler yapılmalıdır?

YÖK yönetiminin genelde şekilsel şeylerle uğraştığını görüyoruz. Halbuki bunun yerine öncelikle üniversite ile halk arasındaki uçurumu giderecek yapısal reformlara yönelmelidir. Eğitimde bilgiye değil, beceriye, bilginin kullanılmasına vurgu yapmalıyız. Uygulamaya dönüşmeyen bilimin bir önemi yoktur çünkü.

Üniversite ve özel sektörde projelerini teşvik ediyoruz ama projeler genelde topluma sanayi, sosyal, ekonomik faydası olmayan, toplumdan kopuk projeler. Gerek Üniversite ve TÜBİTAK olsun gerek DPT olsun uygulamaya yönelik bir takım araştırmalara destek veriyor. Ama bu destekler belirlenmiş bir hedef doğrultusunda değil. Projelerin gerçekleşmesi ile ilgili ciddi takip mekanizmaları da bulunmuyor. Bu yüzden kağıt üzerinde tamamlanmış görünen projelerin gerçekte uygulamaya ve üretime dönüşüp dönüşmediği sorgulanmıyor.

-Üniversitelerde iyi çalışmalar var. İyi örnekler var. Bunları, bu potansiyelleri halka taşıyacak mekanizmalar kurmak için hangi çalışmaları yapmalıyız?

YÖK yönetimi bu konuda ne tür bir çalışma içinde? Şahsen ben bilmiyorum. Geniş katılımla bilimsel mahfillerde aklın ve bilimin ışığında bu konuları tartışılmalı. Kamuoyu bilgilendirilmeli, çözümler aşağıdan tepeye doğru tartışa tartışa süzülerek gitmeli. Eğitim ve üniversite problemlerinin tüm boyutları ile çeşitli kongre ve şûrâlarda 'bilimsel olarak” ele alınmalı.

Öncelikle yapılması gereken aklı başında her ülkenin yaptığı şeyi yapmaktır. Yani bir bilim politikası bir araştırma politikasını oluşturmaktır. Nereye gittiğini bilmeyen bir kaptan için hiçbir rüzgarın faydası yoktur. Başarının temelinde planlama vardır. Bilim ve teknoloji, araştırma politikası tüm diğer politikalarını temelini teşkil eder. Eğer bilim politikanız yoksa işler çok kötü demektir. Bu durumda ne eğitim politikası, ne iktisadi politika nede dış politikası oluşturamazsınız. Bütün bunlar iç içe birbirine bağlıdır. Kalkınma için ileri teknoloji için neler araştırılacak, ne için araştırılacak? Kim ne yapıyorsa bu ülke için yapması lazım.

Düşünün siz üniversitelerde onbinlerce bilim adamı besliyorsunuz ve onlardan topluma kayda değer bir şey alamıyorsunuz. Bir toplum için bundan daha vahim ne olabilir?

- İnsanımızda bor madeni gibi bir takım yeraltı yer üstü zenginliğimizden söz ederek bunları kullandığımız takdirde zengin olacağımızı, dış borçları ödeyeceğimizi hayal ediyor. Bu düşünceler katılıyor musunuz?

Günümüzde asıl zenginlik ve gerçek değer, yeraltı ve üstü zenginlik kaynakları değil eğitilmiş beyin ve araştırmadır. Güç bilimin eline geçmiştir. Japonya’yı ele alalım. Japonya gücünü yeraltı ve yer üstü zenginlikten değil, bilimin gücünden almaktadır. Birçok petrol zengini Arap ülkesini kimse gelişmiş ülke kategorisinde değerlendirmiyor. Bilgi kuvvettir. Ancak diğer ülkelerin sahip olamadığı bilgi ve teknolojilere sahip olunduğu takdirde güçlü hale gelebiliriz.

-Türkiye'de bilim ve teknoloji potansiyelinin en büyük handikapının şuurlu bir siyâsî irâde desteğinden mahrum olmasıdır diyebilir miyiz? Bu çerçevede öncelikler neler olmalıdır?

Bir kere hükümet nezdinde üniversitelerin ve bilim kurumlarının sahipsiz ve muhatapsız kaldığını söyleyebilirim. Bilim ve Araştırma Bakanlığı kurulursa bilim dünyamızın problemlerine sahip çıkacak, onların dertleri ile ilgilenecek bir sahip-hami ve merci ortaya çıkacaktır. Böyle bir Bakanlığın kurulması ile ülkemiz, kendi içindeki ve dünyadaki hedeflerini kısa, orta ve uzun vadeli olarak vakit geçirmeden ortaya koymaya başlayacaktır ve üniversite – sanayi işbirliğinin oluşacaktır.

Böylece, sanayicilerimiz hangi alana yatırım yapacakları konusunda belirsizlikten ve başıboşluktan kurtarılacak hem de üniversiteler “amaçsız ve işe yaramayan araştırmalarla” uğraşmaktan vazgeçeceklerdir.

-Bilim ve Araştırma önceliklerinin oluşması ve takip için mekanizmaları kurulması yönünde geçmişte çalışmalar olmadı mı?

Türkiye’de, 1983’e kadar bilimsel alanda uzun vadeli hedefler amaçlayan, öncelikleri ortaya koyan, insan gücü ve harcamaları şuurlu bir şekilde de belirleyen bilim politikamız olmamıştır.

1983 yılında bir takım gayretlerle bilim politikamızın ana hatları tespit edilmiş ve uygulayıcı organ olarak bir “Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu “ oluşturulmuştu. Bu politikaların kalıcı olması ve güçlenmesi için bir yaptırım gücü olan Bilim ve Araştırma Bakanlığı kurulamadığından bilim politikamızın uygulanması için gerekli yatırımlar yapılamadı.

Ülkemizin ilmi çalışmalara milli hedefler doğrultusunda yön verip bunları koordine edecek ve tüm bilimsel meselelerden sorumlu olacak “Bilim ve araştırma Bakanlığı” kurulmalıdır. TÜBİTAK, üniversite ve diğer araştırma kuruluşları yeni kurulacak bakanlığın uhdesinde toplanabilir. İnovasyon ve ARGE çalışmaları için hükümet ve bürokrasiye yön verebilmek amacıyla kurulan Bilim ve Teknoloji Yüksel Kurulu, işlevini böylece yerine getirebilir.

- Bilim Teknoloji Yüksek Kurulu niçin etkin bir şekilde çalıştırılamadı?

Kurullar oluşturuluyor olabilir ama kamuoyunu, üniversiteleri ve o kurulun bağlı bulunduğu Başbakanlığı/hükümeti bile bağlayıcı hükümler bulunmayınca, bir bakanlık nezdinde sahip bulmayınca kararlar yansımasız ve yankısız kağıt üzerinde etkisiz kalmaktadır.

Bir devletin yapabileceği en iyi yatırımın, uzun vâdede de sürekli ve en verimli yatırımın bilime ve teknolojiye yapılan yatırım olduğunu biliyoruz. Ancak ne varki bu gerçeğin siyâsîlerimiz ve bürokratlarımızca idrakten öte iyice hazmedilmesi gerekir. Bunun olması halinde ülkemizin kaderi kısa sürede değişebilir.

Akademisyenler hali hazırda “dosya yayını” yapmakla meşgul. Aslında ülkemizde araştırma için büyük potansiyel var. Önemli olan dosya yayına harcanan mesainin ve mali külfetin topluma faydalı çalışmalara yönlendirilmesidir. Ülkemizi sosyal, kültürel ve fikrî alanda güçlendirecek öncelikli konularda araştırma yapılsa, buna yönelik tedbirler alınsa Türkiye oldukça kısa bir sürede dünya'nın en güçlü devletlerinden biri haline gelebilir.

Temennimiz devlet erkânı ve bürokratlarımız, Türkiye'nin bilimsel ve teknolojik potansiyelini bir ân önce idrâk ederek gerekli önlemleri almaya başlamalarıdır. Bunun ilk adımı olarak gecikmeden bir 'Bilim ve Araştırma Bakanlığı'nın kurulmasıdır.

-Toparlarsak son olarak ilave edeceğiniz bir husus var mı?

Vurgulamak gerekirse, asıl önemli olan bilimin üretkenliğe yansıması, pratiğe dönüşmesidir. Dünyanın tek bir şehir haline geldiği günümüzde acımasız bir rekabet ortamı var. Hızlı ve yeni üretim alanlarında kalite ve maliyetin yarışında başarılı olmak gerekir. Nesilleri teknoloji transferine değil, bilgi transferine sevk etmek lazımdır. En son bilgi ve hünerlerle teçhiz olunması herkes için mecbur olmalıdır. Böyle bir eğitimi veremeyen ülkeler diğer ülkelerin teknoloji kolonisi olmaya mahkumdur ve bir varlık gösteremeyeceği ortadadır.