Kalbi olan için yaşamak eylemi, başlı başına bir mücadelenin adıdır esasında. Yaşadığını yazmak da öyle. An gelir yazdıklarımızın toplumda bir karşılığının olmadığını düşünürüz. An gelir kelimeler dahi endişe duyar bir sayfanın üzerinde yapayalnız kalmaktan. Ve yetersiz kalır ünlem işaretleri, isimler ve sıfatlar..

Öyle bir çağ ki bu insansız dünyanın tek dünyalı insana tercih edildiği ve dengeli bir şekilde ilişki kurması gereken insan gemisinin dünya denizinde giderek su aldığı zamanlardayız. Üçüncü sayfalarını açmaya korktuğumuz gazetelerin ruhumuzu kirlettiği, kalp coğrafyamızı korumakta zorlandığımız, günahın yaşam tarzı haline getirildiği modern zamanın sahte kalabalıklarında yürüyoruz.. Herkes bir şeylere tepkili, birileri her şeyin en doğrusunu bulduğunu düşünüyor, kimilerinin ise dertsizlik gibi bir dertleri var..

Allah’ın ayeti olan kadın metalaştırılarak nesne gibi görülüyorsa, tecavüz, cinayet, intihar, istismar gibi vakalar mahkemelerde görülen davaların temel unsuru haline gelmişse, ahlakî değerler giderek yitiriliyor ve bu normalleşiyorsa yaratılmışların en şereflisi insan esfele sâfilin olmuştur. Merhametini ve içindeki insanı tüketen her birey, kötülüğün potansiyel öznesi haline gelmiştir. Fakat acı olan kötülüğün normalleşmesi ve şehirleri aşıp küresel düzeye ulaşmasıdır..

Algılarımız yönetilirken, neyi nasıl düşünmemiz gerektiğine karar verilirken unutulan, gündemin satır aralarında kaybolan nice zulümler, cinayetler ve insanlık dışı eylemlere şahit oluyoruz. Eşi tarafından sokak ortasında öldürülen kadının yaşam mücadelesini ve kendisinden geriye kalan iki poşet portakalı unutamıyorum.. Daha kaç kadın bu gibi cinayetlerle hayata veda edecek ve bizler sahte gündemlerimizden uzaklaşıp sebepleri ve yapılması gerekenleri konuşamayacağız bilmiyorum. Kendilerini ‘dindar’ olarak tanımlayan fakat kadını sosyal hayattan soyutlayarak, onu eksik ve yetersiz görenler, sürekli kadın bedeni üzerinden polemik oluştururken kişiliğine değil dişiliğine önem vererek metalaştıranlar acaba hangi Peygambere iman ediyor..? Kız çocuklarının diri diri gömüldüğü cahiliye toplumunu kızı Fatımâ’yı omzunda taşıyarak dönüştüren, ölümünün son anında dahi ‘kadınlarınıza ve kölelerinize zulmetmeyin’ diyen, biri kadın olmak üzere hayatında sadece iki eli öpen bir Nebi’ye inanmadıkları kesin!

Tekvir 8. ve 9. ayetleri okurken inzal olduğu dönemin geleneğini değil de bugünün kadınlarını hatırlıyorum hep. “Diri diri gömülen kız çocuğuna sorulduğunda, hangi günahtan dolayı öldürüldü diye..” ayetini hayata taşımak gibi bir gayemiz varsa aslında bedeni diri ruhu ölü insanları da hatırlatıyor. Fıtratına aykırı her eylemi ve zulmü yapan canlıya insan diyor ve bütün bunların adını ‘istismar’ koyabiliyoruz değil mi? Yine aynı şekilde kirlenmiş bakışların hedefinde olan, Allah’ı gündemine almadan yaşayan, bırakın iyi bir anne/baba olabilme potansiyelini iyi bir insan olmaktan uzak kız/erkek çocuğunun ruhu da diri diri gömülmüş olmuyor mu? Peki ya yeryüzüne halife tayin edilen, bir toplumun inşasında anne rolünü üstlenen kadınlar hangi günahtan dolayı öldürülüyor? Hayy olan Allah’ın kulunu yaşatması ve hayatına her an müdahil olması aşikar ama aynı kulun Allah’la ünsiyet kurma gibi bir derdi yoksa, gök sofrası olan vahiyle muhabbeti kalmamışsa Kur’an bu insanı da ‘ölü‘ olarak tanımlıyor.. Emin olun çözüm olarak geleceğimiz son nokta insanın kalbine, fıtratına ve vahye dönüşü olacaktır. İlâhi Kelamda geçen ruh mefhumunun vahiy anlamıyla buluşması da ayrı bir güzellik. Zira vahiyle inşa olmayan hayat derin bir ruhsuzluk uçurumuna sürüklenir..

Pedofilinin, cinsel istismarın ve ahlâksızlığın müzik kliplerinden dizilere, masal kitaplarından sanal oyunlara kadar hayatın ve toplumun temel dinamiklerine yerleştiği bir zamanda çocukların geleceğine dair kaygı duymamak ne mümkün. Alçakların en alçağı ve yücelerin en yücesi olabilme yetisine sahip fakat artık bir sınırı ve insanlığa dair emâresi kalmamış canlının dört yaşındaki bebeğe tecavüz edebildiği bir çağda hangi ahlâki değerlerden, hukuktan ya da AB uyum yasalarından bahsedelim?! Daha başka ne yaşanmalı, kaç çocuğun dünyası kararmalı ki bu konuda yetersiz kalan beşeri yasalar yerine İlâhi kanunlarla hüküm verilsin? Herhangi bir siyasi polemik, tarihi diziler ya da helikopterin yerlisini yapmak kadar önemi yok mudur tükenen insanlığın? Dostoyevski diyor ki: “Bir yerde öldürme olayı varsa, olaya katılmayanların elleri de kana bulaşmış demektir.” Bütün bu yaşananlar bir şeyler yapma konusunda bir sorumluluk bilinci kazandırmıyor mu bize? Takva dediğimiz şey bir kenara çekilip tesbih çekmek mi yoksa kadınların, işçilerin, mazlumların hakkını savunmak mıdır? İnsanı daha ahlâklı, daha merhametli ve direnişçi hale getirmiyorsa nedir ki din..?

Ruhunu diri diri gömen her canlıyı fıtrat sözleşmesine ihanet etmiş olarak görüyor Allah. Ve onlarla konuşamayacağını, muhatap dahi almayacağını ifade ediyor. (3/77)
İyi ki böyle bir tesellimiz var. İyi ki dünyada çözüm üretemediğimiz bütün sorunların hesabının sorulacağı başka bir dünya var..
Ve bu aralar hatırladıkça kendime geldiğim o müthiş soru:

“Ey insan. Beşikteki bebeklerin bile saçlarını ağartan o günden nasıl olur da sakınmazsınız..?!” 73/17