Yaklaşık sekiz yıl önce sormuştum, aşağıdaki soruları.

Hayat, cevapları doğurduğu kadar, yeni sorulara da hamile kaldığından belirsizleşiyor bazen cevapların mı yoksa soruların mı izinde yürüdüğümüz.

Yine de ancak bu sayede anlıyoruz, bugünü dünün, yarını bugünün kurduğunu bilerek tefekkürün kapısını çalmaya kalkıştığımızda hayata mahsus bir mamuriyete memur kılındığımızı! Yoksa, sorular ve cevap arayışları hayatımızda neden hüküm sahibi olsun ki?

Kültürden irfana, çeşmeden saraya... her türlü mamuriyet tahtında medeniyet ise, varlığıyla kimliklendiğimiz, yokluğuyla kimliksizleştiğimizi / kimsesizleştiğimizi sandığımız şey değil midir?

Kayıp bir büyükbaba imgesiyle, dizgini elimizden kurtulan bir yağız atın Serendip adasına kaçırdığı gelin imgesinden ortaklaşa oluşmuş biraz otoriter biraz anaç, biraz mahçup bir kelimedir medeniyet; anakronizme düşme hakkını meşrulaştıran ve bununla geçmiş zaman içinde serseri bir yolculuk yapmayı vaadeden câzibe-dâr bir hayalettir, aynı zamanda.

Müslümanca bir dünyevi çabanın zirvesini ve kalıcılığını işaret eden sırlı bir tanımdır, aynı zamanda.

Saraylar, sultanlar adına inşa edilmiş camiler, türbeler, bedestenler, bahçeler, kervansaraylar hep onu işaret ederler.

Ticaret yolları, su kanalları, sebiller, imalathaneler, imarethaneler, sikkeler, çiniler, minyatürler, hüsnühat, halılar, ahşap oymalar, sürahiler, kadehler vb. onunla tanımlanmazlarsa yetim kalırlar.

Tarih düşkünü yazarlarımızın hamaset yüklü metinleri bile onun eseri; zaferler, uzak hedefler, idealler, ütopyalar, şanlı gelecek özlemleri onunla kaim; ona yakılan ağıtlarla ancak sağır kulaklara erişilebiliyor ve ancak onunla düşmanları kökünden kazıyan muhayyel bir silaha dokunma duygusu gelişebiliyor.

Özlemleri kanatarak idealleri parlatan medeniyet’e, “ama böyle de olmayabilir?” sorusuyla yaklaşmak başlıbaşına bir cesaret gerektiriyor artık.

Ama biz yine de kimi aykırı sorularla tersinden bakmaya çalışalım medeniyete:

Sarayların varlığı medeniyeti işaret ediyor olabilir ama bu aynı zamanda sefahatın, işretin, çürümenin, asabiyet yitiminin de habercisi değil midir?

Yeryüzüne bir İslam mührü olarak kazınan camiler padişahların, sultanların yarışan kibirlerinin anıtları değil midir aynı zamanda?

Hoca Ahmed Yesevi adına inşa edilen külliye, hazretin imgesine bir şey eklemeyip, Timur’un şahsiyetini yüceltmekten başka neye yarar?

Sanat tarihçilerinin “tasavvufun tefekkür ve batini hakikat mecazına” güç kattığını söyledikleri Tac Mahal, Hind Müslümanlarının ekonomik sefaletine neden olan bir dizi yanlış işin ilk maddesi olarak zikredilemez mi?

Topkapı Sarayı’nın Hicr Suresi’nin 45-48. ayetlerinin nakşedildiği cümle kapısı, Roma imparatorlarına özenen sultanların gökten yere indirdiklerini zannettikleri hayali bir cennete açılmaz mı?

Emeviler’le başlayıp Babürler’le, Safeviler’le Osmanlılar’la zirvesine ulaşan İslam Medeniyeti’nin aynı zamanda kozmopolit bir yaşayış olduğu inkar edilebilir mi?

“Nesep ve sebep asabiyeti”nin işleyişini Emevi, Abbasi halifelikleri ile Endülüs, Aglebiler, Tuluniler, Fatımiler, Buyiler, Tahiriler, Samaniler, Gazneliler, Doğu, Batı ve Fergana Karahanlıları, Büyük Selçuklular, Rum Selçukluları, Eyyübi hanedanlıklarının kuruluş ve yıkılış nedenleri, Osmanlı ve Timur devletlerinin kuruluşları üzerinden bizzat okuyan İbn-i Haldun’u ıskalayıp, Mehmet Akif’in –psikolojik nedenlere yaslanan- cılız sentez talebi üzerinden bir medeniyet okumasının yapılması çok yanlış değil midir?

Son soru: Menûçehrî’nin “Ve şarab ve rebab ve kebab” tekerlemesiyle özetlediği saray hayatına duyduğumuz örtülü bir özlemle eski medeniyeti arzuluyor olamaz mıyız?

Bu sorulardan hareketle, Peygamberimizin vefatından otuz yıl gibi kısa bir süre sonra temelleri atılmaya başlanan ve kimilerinin isimlerini yukarda verdiğim onlarca Müslüman devletin hem özlemi hem de yıkımı olan medeniyete talip olmak akıl kârı mıdır? diye sormak da yanlış olmasa gerektir.

Farklı kavimlerce, kabilelerce, milletlerce kurula yıkıla büyümüş, şekli itibariyle İslam, özü itibariyle kozmopolit olan ve Osmanlı’yla birlikte tümüyle tefessüh etmiş bir medeniyet neden hâlâ bizlerin ilgi odağı olmayı sürdürsün?

İşte bu yüzden yönetim biçimi dahil kültürel ve ekonomik tercihlerimizin, diğer bir söyleyişle İslami ve insani tüm taleplerimizin yetkin bir karşılığı olabilecek “yeni bir hayat telakkisi”ni konuşmak zorundayız.

Bu hayat telakkisinin de geçmiş medeniyetin mirasını içermesi kaçınılmazdır.

Kaçınılmazdır çünkü, yukarıda da belirttiğimiz gibi, yeni olan herşeyin temelinde mutlaka eski vardır.

Ancak kendisinden sonraki her eskiyene rağmen kendisi hep yeni kalan “Nebevi hayat telakkisi”ni izlememiz, yeni çabamızla yeniden bir medeniyet üretmemize engel olabilir.

Değilse, her medeniyet tefessühâtı mündemiçtir.

“Medeniyet”le “deniyet” arasındaki çizgi de, kırılgan bir “m” harfinden ibarettir.