Güz renkli şarkılar söylüyor şehir. Akşamın gelişini haber veren tüm güzellikler, kalabalıklar arasında bir râyiha olup insana, yeryüzünün halifesine olan aidiyetini kutluyor. Bizim için bütün bu kahverengi hüzünleri, baharın sonunu temâşa edelim diye hediye eden Rabbe bir kez daha teşekkür borçluyuz. Ömür dediğin; vapurla karşıya geçmek gibi..

İnsan ne çok özlüyor İstanbul’un sokaklarında kaybolmayı, ruhunu şehrin merhametli avuçlarında, tarihi bir sur dibinde, terapi gibi camilerde bulmayı. Ve insan ne çabuk unutuyor ölümün arkamızdan bir gölge gibi koşardım yürüdüğünü..

Bu aralar Dostoyevski’nin bir sorusuna dair cevaplar düşünüyorum: İnsan ne kadar insan ve o içteki insanı nasıl korumalı? Yazdığım cümlelerin içinden geçip yürüsem en çok da ‘insan’ mefhumuyla karşılaşırdım sanırım. Zira insanı okumak ve yazmak kendimle baş başa kaldığımda sığındığım, içimdeki ‘ben’i karşıma alıp konuştuğum bir yalnızlık seremonisi..

İnsan ne kadar insan sevgili dost? Acı ve zulüm kıtalar dolaşırken, derin bir ruhsuzluk sarmışken her şeyi, kalplerimiz fıtrat sözleşmesine aykırı her eylemin dokunuşuyla kararmışken, nedir insanı insandan uzaklaştıran? Galiba asıl sorun zihnimizin köşelerinde yer tutmuş birçok soruya cevap aramamak ya da o sorularla yüzleşmekten korkmak. “Ol” emriyle oluş sürecine giren, yeryüzünde bozgunluk çıkaran bir beşerken aklı, iradesi ve vicdanıyla Adem’e dönüşen bir hikayenin kahramanı olmak ortak kaderimiz. Fakat bu ciddi bir sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Bakara/30’da “Ben yeryüzüne bir halife tayin edeceğim” diyen Rabbin, “yeryüzüne fesat çıkaran ve kan dökmekte olan birini mi atayacaksın? Üstelik biz Seni hamd ile tesbih ve takdis ederken..” diye soran meleklere verdiği cevap: Şu kesin ki, ben sizin bilmediğiniz şeyleri de bilirim.. Üzerinde düşünülmesi gereken halife kavramı, Allah’a değil yeryüzüne izafetle kullanılıyor. Ve bu durum sorumluluk bilinciyle beraber insanın dünyayı güzelleştirme gibi asli bir vazifesinin olduğunu da hatırlatıyor. Meleklerin ifade ettiği hamd, tesbih ve takdis kavramlarının iradeli-iradesiz tüm varlıklar için ortak bir eylem oluşu, insan-kainat ve Kitab’ın muhteşem bir uyumla evrensel koraya dahil olması, meleklerin de aday oldukları bir makama insanın layık görülmesi bir teşekkür sebebidir. Ve yaratılmış tüm varlıklar gibi insan da kerametini Kerim olan Allah’a borçludur. Bugün hakikatin yerine konulup yüceltilen, birtakım ‘metafizik kerametleri’ olduğu iddia edilen şahısları hatırlıyor, insanın acziyetini ve Ah Muhsin Ünlü’nün o anlamlı dizelerini anmadan geçemiyorum:
“Samimi olmak, en büyük keramettir
Bırakın uçmak kuşlara münhasır olsun..”

Mutttakî olmayı bize hep yanlış öğrettiler sanki. Bunu biraz toplumu ve insanı okudukça fark ediyoruz. Dünyadan uzaklaşıp bir kenara çekilen, yalnızca ibadete indirgenmiş bir inanca sahip, kendine yaşayan, dinin insan için değil insanın din için olduğunu düşünen, şekilci/gösterişçi bir dindar prototipine ‘çok takvalı’ dediler. Oysa ki muttakî olmak, popüler kültürün bize yakıştırdığı bütün şablonlara karşı hakikatten yana olmak, kendi aklını kullanabilme özgürlüğünü yaşamak, dünya-ahiret dengesini koruyabilmek ve yalnızca Allah’a teslim olmaktı..

Yaşanan onca trajedi karşısında bir kalbimizin olduğunu unutuyor, Müslüman oluşumuzdan çok insanlığımızı sorguluyoruz. “İçimizdeki insanı nasıl korumalı?” sorusunun cevabını bulduğum ve bizi fıtratımıza yakınlaştıracak en önemli mefhumun takva olduğu kanaatindeyim. Çünkü insanlığın hayat rehberinde her ibadet emrinin nihâi amacı ‘umulur ki takva sahibi olursunuz’ temennisine dayanıyor. Secdeleriniz hayatınızı değiştirmiyorsa, sürekli camilere koşup yetimin elinden tutmuyorsanız, eylem yerine söylemlerde kaybolmuşsanız içinizde inşa olmuş bir insan medeniyetinden bahsedemezsiniz. Her şeyden önce bir ahlâk anlayışınız varsa -kaldı ki din, insana ahlâki bir duruş sunuyorsa ancak teselli olabilir- işte o zaman muttakî olmaktan bahsedebiliriz. Sorgulayan, farkında ve özgün olan, kendiyle barışık, hayatı tribünden seyretmeyen, değerleri/ilkeleri olan, ‘hayır’ demesini bilen ve her eylemin arkasında bir ‘bilinç’ inşa eden insan muttakîdir. Kitap nedir hikmet nedir bilmezken Hira’ya yürüyen, insanlığı karanlıktan aydınlığa taşıyan bir bilincin adıdır bu.. Mühim olan ayetlerin masa başında entelektüel bir tartışmayla sınırlı kalması değil ‘işte şu adam tam da Nebevi bir hayat yaşıyor, falanca kadın adanmış bir muttakî’ diyebileceğimiz insanların giderek azalmasıdır. Acı olan yeryüzünde halife olan insanın fıtratından uzaklaşması, kendini yeterli görmesi, her geçen gün daha narsist ve daha çok zulümden yana olmasıdır..

Dostoyevski’nin sorusuna cevaplar aramaya devam etmeliyim. Kalemin güz mevsimiyle arası iyi bu aralar..