Elindekiyle yetinmek erdemlerin en değerlilerinden olsa da, en az rastlanan mücevherler gibi aranır ve zor bulunur bir haslet olarak, günümüzün kayıp listelerinde ilk sıralarında duruyor.

İnsan; değiştirmeyi, yenilemeyi, daha fazlasını elde etmeyi, gözünü doyurmayı, elindekini artırmayı, çoklukla övünmeyi marifet saymaktan, kendini beğenmek ve kendini her şeye layık görmekten hiç vazgeçmiyor.

Dünyaya, dünyayı değiştirmek için gelmiş olmakla; dünyasını değiştirmek gibi bir kaçınılmaz sona doğru gitmek arasında kaldığı halde, sürekli bir değiştirme sevdasıyla çırpınıp duruyoruz. Herhalde fıtratımızdaki kodlarda dünyayı değiştirmek kısmını, dünyadan ayrılmak ile dünyadaki her yolu ve imkanı elde ederek, değiştirmek gibi bir tabire dönüştüren bilinç altımızda bir nehir akıyor.

Ne ki; pek çok nehir gibi, bu bilincimizin altından akan nehre de, muhtelif kanallardan iyi ve kötü, temiz ve pis, akıntılar ve atıklar karışıyor.

Değiştirme sevdamızın doğal sonucu olarak yani sevda dediğimiz iç karartısının insanın hayatındaki en değerli şeyler sıralamasını alt üst eden ve bilincin kazanının dibini tutturduğu için karartısını oradan alan, bir köreltme etkisinden dolayı, ne yaptığını ve niçin yaptığını da çoğu zaman sorgulama ihtiyacı duymuyoruz.

Üzerinden yıl geçtiği için hiç kullanmadığı koltuk takımını değiştirmek isteyen kadınlarla alay eden akıllı ve entel kafalarımızın, üzerinden henüz yıl değil ay bile geçmemiş birtakım fikirlerini, hedeflerini, hayallerini değiştirmekten hiç gocunmaması da değişim sevdasının karartısının gözlerimizin ve gönüllerimizin üstüne çektiği perdeden olabilir.

Hiç kullanmadan, hiç denemeden değiştirmek; ne büyük bir lüks aslında değil mi?

Mümkün olsa beyinlerimizden başlayarak bazı organlarımızı değiştirmek isterdik. İmkanı olanların yaptığını da duyarız ya, pek verimli olmuyor. Başkasının emrine amade kılınmış bir parça toprak neticede; bir diğerine yar olmuyor genelde.

Biz ona kalp desek de, beyin deyip kendisiyle övünsek de; neticede birkaç kiloluk toprak parçasından bahsediyoruz. İnsan dediğimiz de, bu topraktan imal edilmiş, neredeyse hiçbir canlının yemek bile istemediği et parçalarından ibaret bir varlık değil iyi ki…

Tabi gıybet ederken yediklerimizi saymazsak!

Değiştirme sevdası diyorduk, insanın kaçınılmaz sonunu kendine hayat tarzı yapmasına benziyor biraz da.  “Madem bu dünyada kalamayacak ve sonunda dünyamı değiştireceğim; gelişim ve gidişim bir değiştirme mecburiyetinden ibaret, öyleyse ben de elime geçen her şeyi değiştirmeyi kendime gaye edindim.”

Başarısız olunca, kızar hatta strese gireriz. Maddi durumumuzu değiştirmek için yaşar, maneviyatımızı da mümkün olsa evliya kalitesinde yükseltiriz. Bunda bir mahsur yoktur tabi, hiç değilse manevi kısmı dünyamızı değiştirince bir işe yarayacaktır.

Acaba değiştirmekten vazgeçebilir miyiz? Pek sanmıyorum. En azından kendi adıma bunca yıldır gözlemlediğim kadarıyla vazgeçemiyoruz. Farkında olarak ya da olmayarak birçok derdi başımıza açan bu sevdadan, mecnun gibi vazgeçemiyoruz.

İnsanları ve şartları değiştirmekten vazgeçemiyoruz madem; bunu böylece kabullenip, farkında olarak yaşamaya, kontrollü bir değişim hasletine dönüştürmeye çalışmaktan başka bir yol da bilmiyorum.