İkinci Cihan Harbi sonrası dünya iki kutba ayrılmıştı: Doğu Bloku ve Batı Bloku. Komünist düşünce Doğu Bloku’nda sol adıyla temsil ediliyor, Kapitalizm ise Batı Bloku’nda sağ olarak temsil ediliyordu. İki düşünce dünyadaki bütün devletleri kanatları altına almıştı. Batı Bloku’nun öncülüğünü ABD, Doğu Bloku’nun öncülüğünü ise Sovyet Rusya yapıyordu. Böylece dünya siyaseti bu iki gücün çevresinde şekillenmeye başladı. Dünya genelinde birçok değişiklikler beraberinde geldi. Ülkeler ya Doğu ya da Batı Blokunun kanatları altına girmeyi kendilerine zorunlu gördü. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlıklarını kazanan çoğunluğu Asya-Afrika milletlerinin oluşturduğu birçok devlet, Doğu ve Batı Bloku dışında bir oluşum içerisine girmeye çalıştı. Bu devletler, her alanda bağımsız olabilmeleri için Doğu ve Batı bloklarından hiçbirine taraf olmamaları ve bu yapıların içinde yer almamaları gerektiği hususunda bir araya gelmişlerdi. Endonezya’nın Bandung şehrinde toplanan bu ülkeler dünya için yeni bir ümit ışığı olmuştu. “Asya-Afrika Konferansı” veya “Bandung Konferansı” adını alan bu yapı istenilen başarıyı elde edememişti. Sol ve Sağ görüşler her ülkede çatışıyor ve kimi ABD’den kimi de Sovyetlerden aldığı destekle ülkelerinde darbe girişiminde bulunuyorlardı.

Sol ve Sağ Blok, temsil ettikleri ABD ve Sovyet Rusya’dan destek alarak darbe yapmayı ve halklarına şiddet uygulamayı meşrulaştırıyordu. Dünyayı kuşatan kirli siyaset bütün toplumları esir almıştı. Kardeş kardeşi farklı bloklarda olduğu için düşman biliyor ve hatta kardeşini öldürmeyi meşru görüyordu. Her şey iktidar içindi. Yeter ki iktidar ele geçirilsin yeter ki halklar onlara boyun eğsin. Bu dönemlerde Müslüman ülkelerde yüksek bir sesle her iki blokun yaptıklarını kınayıp sert tepki veren İslamcılar, her iki bloku temsil edenler tarafından ya suikastlara kurban ediliyor ya da hapsediliyordu. 1960 ve 1980 arası Cakarta’dan Tanca’ya öldürülen İslamcı sayısının 100 bini aşmış ve yüz binlercesi de hapsedilmişti. Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen sessiz bir şekilde ilerleyen dini cemaatler, halkların büyük ilgisini görmeye başladı.

Emperyalizm “Soğuk Savaş” döneminde kültürel olarak bütün dünya ülkelerini etkisi altına almıştı. Müslüman ülkelerdeki liberaller “Batı’yı yakalamak” sloganı altında Batı’dan gelen her söylemi olduğu gibi alıntılamıştı. Marksist söylem Kapitalist söylemi reddetse de temelde birbirleriyle uyuşuyordu. Her iki söylem de hem materyalist hem de euro-centric (Avrupa Merkezli) idi. 1965’e geldiğimizde Avrupa büyük değişimler yaşamaya başladı. Bir yanda Avrupa Birliği (AB)’nin temelleri atılırken öte yanda Realist ve İdealist (Liberalist) düşüncenin yerine güçlü bir şekilde Yapısalcı düşünce doğuyordu. Post-Modernist düşüncenin temellerinin atıldığı bu dönemde Batıdaki düşünceler de büyük bölünmeler yaşamaya başladı. Batı’daki Marksistler kendi içinde Leninciler, Maocular, Che Guevaracılar ve Gramsciler diye bölündü. Kapitalistler de bölünüyordu. Sol akımlar sanki Batı’dan fikirler, değişiklikler ve bölünmeleri alması gerekiyormuş gibi sırasıyla bölünmeye başladı. Az öncede ifade ettiğim gibi hakikatte Marksist söylem temelde Kapitalist ve liberal söylemden pek farkı yoktu. Müslüman ülkelerde ortaya çıkan Milliyetçi düşünce söylem de sırtını ya liberal/Kapitalist düşünceye ya da Marksist düşünceye dayadı. Maalesef, bundan dolayı da Milliyetçi söylem tamamen politik düzeyde kaldı ve kendini geliştiremedi. Medeniyet ve kültür yanını hep ihmal etti. İki blokun rüzgârına kapılan ulusalcı söylem, “devletçi” yönünü öne çıkarıp ya sol ya da sağ görüşlere dayanıp ne rengi, ne tadı ve ne de kokusu olan bir tarza dönüştü.

Gittikçe birbirine benzeyen bu görüşlere karşı Müslüman ülkelerde, İslami düşünce ve dini cemaatler büyük ilgi görmeye başladı. Diğer düşünceleri esir alan gereğinden fazla siyasileşme İslami söylemi de esir almaya başladı. Çünkü aşırı siyasileşen her görüş devleti merkeze koyar ve her şiddeti meşru görmeye başlardı. Aşırı siyasileşme insanı insanlıktan bile çıkarıyordu. Bunu gören İslamcı düşüncenin ünlü mimarlarından Pakistanlı Ebu’l Ala Mevdudi, vefatından iki yıl önce, 1977 yılında, Londra Müslüman gençlere yaptığı konuşmada şunlara değiniyordu: “Ey gençler! Bugün İslam çok hızlı bir şekilde yayılıyor. İslam sadece Müslümanların değil bütün dünyanın umudu olmaya başladı. Sizden bir ricada bulunuyorum ne olursa olsun bu davanın yayılışını daha hızlandırmalı gibi emellere kapılmayın. Bırakın su kendi akışında doğal olarak aksın. Eğer bunu hızlandırmak için şiddete ve silaha sarılarsanız Yüce Allah size verdiği nimetleri geri alacaktır. Sakın ha sakın, istihbaratların sol ve sağ görüşlere oynadığı oyunun kurbanı olmayın! Ne tür işkenceye maruz kalırsanız kalın şiddete asla başvurmayın. Siz diriltmek için varsınız, öldürmek için değil. Cihadı fertler veya cemaatler ilan edemez, cihadı ancak Müslüman bir devlet ilan edebilir. Sakın gizli teşkilatçılıklara da başvurmayın. Sizler cemaatlere veya fertlere bağlılık için mücadele etmiyorsunuz. Bizim hedef ve gayemiz İ’la-yı Kelimetullah ve rıza-i İlahi’dir. İşte asıl hedefimiz budur! Sadece Allah’a kul olunuz. Başkalarının kölesi olmayınız. Ey gençler! Aceleci olmayınız. Gelecekte yüce Allah nurunu tamamlayacaktır. Gelecek İslam’ın olacaktır. Ama aceleci davranır silaha başvurursanız biliniz ki bu nimet sizlerden alınacaktır.”

1 Şubat 1979’da İran İslam Devrimi gerçekleşti. Ardından 25 Aralık 1979’da Afganistan-Rus Savaşı patlak verdi. Bu iki olayda İslam dünyasında dini cemaatlerin yükselişini beraberinde getirdiği gibi geçmişte solda yaşanan bölünmeler gibi dini cemaatler arasında da bölünmeleri ve fertler arasında ayrışmayı doğurdu. Birçok dini cemaat İran İslam devriminin peşine takılırken diğer cemaatlerde her ne kadar bu devrimin sloganı “La Şiiye, La Sünniye İslamiye, İslamiye” olsa da kafalarında birçok şüpheyle bekle gör politikasını izledi. Yıllar sonra bu devrimin yuvarlandığı yer bütün İslam dünyasında şok etkisi yapmıştı. Müslüman hakları da özellikle Sünni dünyayı büyük üzüntüye gark etmişti. Diğer bazı dini cemaatler için Afganistan’da bir İslam devrimi rüyası hâsıl olmuştu. 1981’de Suudi Arabistan’da Rabbani, Hikmetyar, Ahmed Şah Mesud, Seyyaf ve Müceddidi gibi Afgan savaşının liderlerinin yanı sıra İslam Dünyasından birçok dini cemaatin temsilcisi bir araya geldi. Toplantıya Suud istihbaratı ve CIA de katılmıştı. Dini cemaatlerin ortak cihad kararı almaları isteniyordu. Afgan liderlerinin hamasi konuşmalarının ardından dini cemaatler Afgan halkına destek için ortak cihad kararı aldı. Ancak bazı Müslüman düşünürler ve cemaatler CIA’nın ve diğer bazı istihbaratların bu cihadda Mücahitlerin yanında yer almasına tepki gösterdi. Çünkü onlar bu istihbaratların savaş sonrası gençleri yoldan çıkarmasından korkuyorlardı. Bundan dolayı cihada katılmama kararı aldılar. Afgan Cihad’ına katılan dini cemaatler ise bu cihadın bir imamı olması gerektiğini bütün Afgan liderleri gibi Müslüman dünyadan gelen gençler de bu imamın kontrolünde hareket etmeliydi. Böylece istihbaratlara karşı hem Mücahitleri hem de Müslüman Afgan halkını korumayı hedefliyorlardı. Cihadın imamı olarak Hamas’ın kurucularından Filistinli ünlü İslam âlimi Abdullah Azzam seçildi. Abdullah Azzam hem Afgan liderleri arasında bölünmelere sert tepki veriyor hem de Müslüman gençlerin şiddete meyletmesini engelliyordu. 1989’da Afgan Savaşı bittiğinde aynı yıl içinde 24 Kasım günü Abdullah Azzam da bir suikast sonucu şehid oldu. Böylece hem Afgan liderler raydan çıktı hem de Müslüman ülkelerden gelen gençlerden bazıları şiddeti kendine yöntem olarak seçti.

90’lı yıllarda Doğu Bloku, Batı Bloku karşısında çöktü. Bunda Afgan Savaşı’nın büyük rolü vardı. İslam dünyasında birçok İslamcı siyasi parti, seçimleri kazanıp iktidara geldi. Ama birçoğu Batının verdiği destek ve askeri darbelerle kanlı bir şekilde bastırıldı. İslam Dünyasında ve Batıda İslam’a büyük bir ilgi vardı. 2 Ağustos’ta Birinci Körfez Savaşı patlak verdi. Müslüman devletler arasında bölünmeler yaşandı. Sovyetlerin çöküşü dolayısıyla Müslüman ülkelerden bazıları bağımsızlık mücadelesi verdi. Böylece İslam’ın yükselişi Batıyı çok korkutmaya başladı. NATO’da bile çöken Sovyetlerin yerine İslam hedef tahtasına konuldu. Batıda haince planlar devreye sokuldu. Sol hareketleri “sol terör!” ile çöktüren Batılı istihbaratlar, bu kez İslamcı gruplara karşı da aynı oyunu devreye sokup İslam’ı terör ile özdeşleştirmek istiyordu. Filistinli ünlü düşünür Edward Said, Fransız muhtedi ünlü düşünür Roger Garaudy vb birçok düşünür Müslümanların Batının oynadığı bu oyuna karşı kitaplar yazarak uyardı. Ancak bütün uyarılara rağmen olanlar oldu ve İslam dünyası bugüne geldi.

İslami cemaatler bölündü. Bazı büyük cemaatlerin çoğunun söylemi geçmişte sağ ve sol söylemin içine düştüğü gibi aşırı siyasileşti. Aşırı siyasileşme dini cemaatlerde yozlaşmayı doğurdu. Cemaate hizmet İ’la-yı Kelimetullah’a hizmet gibi sunuldu. Bazı ülkelerde de dini cemaatler geçmişte sol ve sağcıların dış güçlerden aldığı destek ile ülkelerinde darbe girişiminde bulunmaya kalkıştı. “İslami Terör” kavramını dünya gündemine oturttu. Böylece rayından çıkan bazı dini cemaatlerle birlikte bütün yapılarda bölünmeler yaşandı. Siyasal İslamcılar, Çihatçılar, Sufiler, Selefiler, itidali savunanlar vb daha birçok grup kendi içinde bile bölünmeler yaşadı. Son yıllarda Batı’daki Müslüman azınlıklar da yeni İslami söylem ile ortaya çıktı. Bütün bu yapılara baktığınızda gördüğünüz tek şey var, aşırı siyasileşen söylem. Artık herkes birbirini suçluyor.

Batı Merkezci söylem çökmüşken, Batının İslam Dünyasındaki katliamları ve darbeleri Müslüman haklar nezdinde Batının bütün kirlerini ve ikiyüzlülüklerini ortaya koymuşken İslamcılar, neden yeni bir vizyon ortaya koyamıyor? Çin ve Konfüçyüsizm, Hindistan ve Hinduizm, İsrail ve Yahudilik ve hatta Hristiyanlık bile öncelikle Batı fenomenine dönüşmüşken buna bugün dünya genelinde direnen tek din İslam iken İslamcılar yeni kapsayıcı bir görüş ortaya koyamıyor? Peki, İslamcılar, bugün tamamen çöken Batıya karşı üzerlerindeki tozları silkeleyip yeni bir diriliş projesi sunabilecekler mi? Gelin haftaya bunları tartışalım…