Gidişlerin mevsimi sonbahar, hicret ettiriyor bizi öğleden sonra hareketliliğinden akşamın dinginliğine ve yeşilden kahverengiye doğru. Gündemi de bu hüzün iklimine davet etsek iyi olur ama yeni bir seçim maratonu, zor günler ve hızla değişen manşetler bekliyor bizi..

Ölüyor insanlığımız, elimizde kalan merhametle sevgi tohumları ekelim ve sevelim insanı sadece insan olduğu için diyoruz ama morg soğukluğunda tükeniyor dünya. “Hac’da izdiham, çok sayıda ölü ve yaralı var” başlığının arkasında tekerrür eden tarih, hacı adaylarının inanç ve adanmışlığı ve sekülerleşen Müslümanlığımız var.. 90 yılında Mina’da binlerce kişi ölmüş resmi rakam açıklanmamış ve aynı sebepler aynı sonuçları getirmişti önümüze. Bugün yine sonuçları tartışıyoruz. Belki de bu yüzden kaybediyoruz İslam dünyası olarak. Dünyanın giderek büyüyen mülteci sorununu ele alan medya, o sorunun sebebini, binlerce insanı vatanından uzaklaştıran, kimyasal silahla bebek katledenleri görmüyor. Dünyevi olan her şeyi terk edip ‘buyur, huzuruna geldim Rabbim’ diyen binlerce şâhidi kapitalizmin, sömüren sistemin altında ezen nedir? Onların zalimliği mi, bizim sahte dindarlığımız mı? Cevap arayacağımız asıl problem fıtratından uzaklaşan ruhsuz Müslümanlığın geleceğidir., Yani bu dünya düzeni ve tembellikle çocuklarımıza nasıl bir İslam coğrafyası, nasıl bir tarih ve medeniyet tasavvuru bırakacağız?

İbadetler konusunda toplum olarak kadim gelenekten beri dindar tanımına uygun görünüyoruz. Dini dar bir pencereye hapseden içi boşaltılmış bir dindarlıkla ancak kurumsal bir dairede, sistem dahilinde yaşanabilir Müslümanlık modeliyle yönetildik yıllar yılı. Sonra ciddi bir atılımla başörtüsü, katsayı engeli, ‘dindar’ kesimin yönetimden uzak kalması gibi prangaları aştık. Fakat eksik olan bir şeyler vardı. Kur’an’dan kopuş yaşayan toplum, ibadetleri ruhundan da uzaklaştırıp kültürü, geleneği ya da mezhebi din haline getirdi. Sonuç olarak terörle ilişkilendirilen İslam, her dönem isim değiştiren örgütler ve İslamofobi ortaya çıktı.

Her ibadeti hayatımızın ‘şimdi ve buradasına’ taşımak içindir hac. Semboller anlama dönüşüp kendinden ve Rabbinden uzaklaşan insanı ebedi sılasına yöneltir. Arafat’tan Meşar’e uzanan yolculuk bilgiden, bilince ve ruha hicrettir. Bedeli ödenmiş bir imanı ve aşkı ifade eder Mina. “Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım..” diyebileceğimiz müstesnâ mekanlardandır. Böylesine derin ve anlamlı bir ibadeti dinsel turizme indirgemek, Mekke’yi New York’a dönüştürerek Kâbe’yi büyük binaların ortasında görünmez hale getirmek Allah’ın insana ve kâinata verdiği emeğe hakaret değil midir?

İzdihamdan sonra Suud müftüsünden tek kelimelik bir açıklama geldi: Kader! Sorumsuzların, Allah’a iftira atanların ve elinden geleni yapmayıp günahını itiraf edemeyenlerin sığınağıdır kadercilik.. Allah'ın insan için takdiri olan iradeyi inkar etmek ve âna mahkum olmaktır bir anlamda. Kadîr olana inananlar olarak fatalist inanç sistemlerinden bir farkımız olmalı. Akıl-irade-vicdan üçlüsüyle ‘eşref-i mahlûkat’ olan insan sorumluluk bilinciyle (takva) hareket etmelidir. Zira sorumluluğu kadere yüklemek şeytanî bir eylemdir. Oysa ki herkesin kaderini kendi çabasına bağlayan, mutlak kaderin menbâı O'dur..(İsra/13) Aynı durumu ‘daha fazla kömür’ kaygısıyla yüzlerce maden işçisinin hayatını kaybettiği Soma’da da tecrübe ettik. Modern insanın emeğe saygısızlığı, faturayı bir yerlere kesip mesuliyet almama hastalığının arka planında yatan kadercilik inancımızdaki ciddiyeti ve Allah tasavvurumuzu ortaya koyuyor. Elinden geleni yapıp elinden gelmeyen için ellerini Rabbine açan kullar olmamız isteniyor. Fakat ümmet olarak bırakın kardeşlik bilincini diyalog dahi kuramıyoruz birbirimizle. Beton yığınları arasında kaybolsa da Kâbe’de milyonlarca insan kâinat korosuna eşlik ederek tavaf yapabiliyor. Ama yüreklerimiz işgal altında. Başta kendi ruhumun, düşüncelerimin ve kelimelerimin, genel olarak İslam coğrafyasının bir dirilişe ve devrime ihtiyacı var. Yeni bir zihniyet inşa etmek istiyorsak atıllıktan kurtulup önce kendi yüreğimizden başlamak zorundayız. Kendinden başkasını göremeyen egoların hatalarıyla, zaaflarıyla yüzleşmesi ve yine aracısız kullukla yegâne affedici olana yönelmesi gerekiyor. Sözlerin sultanı söylesin son sözü:

“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınızın sonucudur; 
üstelik O birçoğunu da affetmektedir..” (Şûra/30)