Ne vakit politik bir düzlemde fıtratımdan uzaklaştığımı hissetsem bir türkü dinliyor, bir çiçeği seyrediyor ve hayret dolu bakışlarla gökyüzüne bakıyorum. Herkes için ortak duygular uyandıran kâinatın, herkese aynı gönül diliyle seslenen müziğin, hayata estetik değer katan sanatın bir ideolojiyi körü körüne savunmaktan, hakikati değil şahısları yüceltmekten çok daha anlamlı olduğunu düşünüyorum..

Yorgun bir toplumuz değil mi? Din yorgunluğumuz yetmezmiş gibi politikanın ruhumuzda bıraktığı enkazı kaldırmış değiliz henüz..

İnsan bazen alıp başını gitmek istiyor sevgili dost. Ukbânın dünyadan ağır geldiği gönül terazisinin başında bekleyen hikmetli adamlarla dertleşmek istiyor. İnsana menfaat penceresinden bakmayan, konuşurken araya dünya sözleri karıştırmayan, bir serçe kalbi gibi zarif dertleri olanlarla aynı gökyüzüne bakmak istiyor..

İnsana dair yazılar yazanların veya modern sosyolojinin ara sıra sorduğu Quo Vadis (Nereye gidiyorsunuz?) sorusu yerine ikiz kardeşimiz olan vahyin o esaslı hakikatini tercih etmek kalemin ruhuma kattığı en büyük telkinlerden. İçinde baharlar büyüten çocukların masumiyetine yapılan her darbe, bizi insan olma erdeminden uzaklaştırırken, her gün yeni acılarla sınanıyor ve bir kez daha insanlığımızdan utanıyorken nihayetinde o soruya cevaplar arıyoruz: Nereye gidiyorsun ey insan? (81/26)

Bu gidiş yaprağın güz mevsimi gelince ağacı terk etmesine, kelebeğin uçtuğu göğe küsmesine benzemiyor. Bu gidiş ömür takvimi tükenirken insanın kendi kendini tüketme serüveni. Sahi ilk yaratılışından, fıtratından ve kalbinden uzaklaşan insanın gidecek başka yurdu kalmış mıdır?

Daha kaç Leylâ, daha kaç özge-cân kirlenmiş bakışların hedefi olacak bilmiyorum. Kaç umut kaybolacak? Siyah hüzün halkaları arasında yazıyor kalem bu konuya dair. Herkes sorular soruyor, kendince tepkiler veriyor ama hiçbir gerekçe kurtaramıyor insanı, içine düştüğü uçurumdan..

Gideceği limanı bilmeyen bir gemi ne yapar yaşamak denizinde? Ya da kıyısına hiçbir gemi yanaşmayan bir liman ne hisseder yalnız kaldığında? İnsan da bir yol çizmeli kendine. Bu yolculuğunda kalbini avuçlarına alıp Allah’a uzatmalı ara sıra. “Beni Senden uzaklaştıran ne varsa burada. Af dilemeye, kabul olunmuş bir duâ olmaya geldim. Temizle beni ey Rabbim..” diyebilmeli. Fakat bazı günahlar da var ki onlar hem yolcuya, hem de yolculuğa zulümdür. Hayat veren ve alacak olanın O olduğunu unutup, masumiyet çehresi bir çocuğu öldürme eylemini çözüm üretemeden tartışmak yerine tasavvurdaki bozulmaları onarmanın yollarını aramalıyız. Yeryüzünde bozgunluk çıkaran bir beşeri diğer canlılardan ayıran, ona değer atfeden akıl, irade ve vicdan gibi ruh binasının temel sütunları değişmedikçe eylemler de, insan-insan ilişkileri de değişmeyecektir.

Aslında şunu demek istiyorum: Allah herkesi belirli süreçlerden geçirerek bir tekâmül yolculuğuna çıkarıyor. Aynı zamanda acılarla, hastalıklarla, yokluk ya da varlıkla sınıyor. Ve herkesi kendi elleriyle yaptıklarının sonucu olarak bir yere koyuyor. İnsan işte o konuma itiraz ederek ‘neden ben, hak etmiyorum böyle hayatı’ gibi serzenişlerde bulunuyor. Oysa ki birçoğumuz, kaderinin kendi çabasına bağlı olduğunu, dünya misafirhanesinde sevinçlerle birlikte hüzünlerin de olduğunu unutarak yaşadığından beri yönetemiyor acılarını..

Henüz ilk yaratılışta inşa edilen ve sürekli bir mihenk taşı gibi bizi hakikate, adalete, iyiliğe çağıran bir merhamet mekanizması var hepimizde. Adına fıtrat diyebilirsiniz. (30/30) İnsanı beşerden ayıran ve bir kalbi olduğunu peyderpey hatırlatan ilâhi bir kod.. Bugün okuduğumuz üçüncü sayfa haberlerinin temel sebebi işte bu fıtrat kodunun bozulmuş olması, Allah’ın koyduğu yerden uzaklaşmasıdır. Bu toprakların kadınları, bir gelincik gibi zarif ve duygusaldır. Siz onu metalaştırıp aileyi inşa eden temel özne olmak yerine nesneleştirirseniz, şiddet ve istismar gösterirseniz bunun adı zulüm olur. Çocuklar da o ailenin bir güzelliği ve Allah’ın ayetlerindendir. İnsanın fıtratına en yakın ve en masum hali, her biri yeryüzünün nadide çiçeğidir değil mi..? Peki neden kirlenmiş gözlerle bakar, yine aynı insan nasıl kıyar o çocuklara, nasıl koparır bir çiçeği?! Çocuklar gibi susmayı erdem bilen, hayatı koşaradım yaşayan hayvanlara zulmedenler insan olduklarını düşünebiliyorlar mı hâlâ?

Yazıyoruz, sorular soruyoruz, eylemler yapıyoruz, tepkileri paylaşıyoruz fakat değişime dair çok umudumuz yok gibi. Ve sonuçlardan çok sebepleri konuşmak yerine herkes içinde biriken öfkeyi ifade etmeye çalışıyor. “İnsanın bir çocuğa bakışı neden kirlenir?” sorusu üzerine düşünmek ve dini, siyasi bütün kampları bir kenara bırakıp insanlık ekseninde adımlar atmak zorundayız.

İstismar, şiddet, terör bu toprakların sorunu. Öyleyse devlet ve millet olarak hep birlikte radikal çözümleri konuşmalıyız. Medyanın teşvik edici yönünü değiştirip ıslah edici rolünü öne çıkarmalıyız. Kötülük nedir bilmeyen çocukların geleceğini düşünmek, politik kaygılardan, başka sahte gündemlerden çok daha önemlidir. Emrolunduğu gibi dosdoğru olma gayretiyle ihtiyarlayan Nebi gibi bizler de en azından daha yaşanabilir bir hayat için çaba göstermeli, başka dertleri dert bilmeliyiz. Ve hep asılı kalmalı şu ilke hayatımızın duvarlarında: “Allah’ın sana iyilikte bulunduğu gibi, sen de (başkalarına) iyilik yap ve sakın yeryüzünde haddi aşarak bozgunculuk edeyim deme. Zira Allah bozguncuları asla sevmez!”(28/77)