Küresel güç dengeleri yeniden şekilleniyor. Kılıçlar çekildi ve savaş başladı. Bu savaşı diğer savaşlardan farklı kılan en önemli özelliği barut ve silahla yapılan bir savaş değil, akıl ve strateji, yani diplomasi savaşı olması.

Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'da gerçekleştirilen Rus-Amerikan diplomasi zirvesi, Ukrayna krizine dair müzakerelere hazırlık niteliği taşısa da, görüşmeye AB ve Kiev'in davet edilmemiş olması masada bundan çok daha fazlası olduğu gösteriyor.

Bu zirve, bir yandan ABD ile Rusya arasındaki yakınlaşmanın temelini atarken, diğer yandan etkilerinin Ortadoğu'da derin bir şekilde hissedileceği yeni bir sürecin başlangıcını oluşturan kritik bir diplomatik hamle olarak değerlendiriliyor.

Dünya, soğuk savaş döneminde stratejileri belirleyen iki kutuplu bir dünya olmaktan uzaklaşıp çok kutuplu bir dönemin kapılarını aralarken, bu görüşmenin Suudi Arabistan’da gerçekleştirilmesi dikkat çekici. Bunun iki temel nedeni olabilir: İlki, Suudi Arabistan’ın hem ABD hem de Rusya açısından kabul edilebilir bir arabulucu konumunda bulunmasıdır. İkincisi ise, ABD'nin Suriye devrimi sonrası Ortadoğu’da İran’dan boşalan alanı Suudi Arabistan ile doldurma stratejisidir.

ABD'nin Stratejik Dönüşümü: Biden ve Trump Doktrinleri

ABD'nin yeni başkanı Trump, Biden yönetiminin İsrail merkezli, Ortadoğu odaklı ve Rusya tehdidine dayalı stratejisi yerine, "Önce Amerika" yaklaşımıyla Uzakdoğu eksenli ve Çin tehdidine odaklanan, ancak Rusya'yı da göz ardı etmeyen bir politikayı benimsemektedir. Bu değişim, halihazırda şekillenen küresel diplomatik gelişmeleri anlamlandırmada kritik bir zemin sunmaktadır.

Biden yönetimi döneminde ABD, Ortadoğu'da İsrail'i merkeze alan ve Rusya'yı çevrelemeyi hedefleyen bir güvenlik stratejisi izledi. Bu strateji doğrultusunda, Avrupa Birliği ile birlikte Ukrayna krizini tırmandırarak, Kiev yönetimini destekleme ve NATO üyeliği vaadiyle Rusya'ya karşı kışkırttı ve Ukrayna'yı kendi topraklarında, ABD ve AB adına bir vekalet savaşına sürükledi.

Rusya, ABD ve AB'nin taşeron Ukrayna üzerinden kendisine karşı yaptığı bu hamleyi, varlığını tehdit eden bir hamle olarak algılayarak, kendisi için varlık yokluk savaşı olarak gördüğü Ukrayna'ya karşı askeri harekat başlatarak, bütün dikkatini, motivasyonunu ve askeri angajmanlarını Ukrayna cephesine kaydırdı.

ABD, Biden yönetimi döneminde, Ukrayna'da istediğini tam olarak elde edememiş gibi gözükse de en azından Rusya'nın Ortadoğu'daki etkisini sınırlamış oldu.

Trump yönetimi daha seçimi kazanmadan dile getirdiği "Önce Amerika" doktrini çerçevesinde risk ve tehdit algısını Rusya ve Ortadoğu'dan, Uzakdoğu'da Çin'e karşı ve Çin'in ABD'yi doğrudan etkileyen kontrol alanlarına yoğunlaştırarak bu yeni tehdit algısı ekseninde stratejik hamleler geliştirdi.

Bu bağlamda, Trump'ın Panama Kanalı'na yönelik açıklamaları, Grönland ve Baltık Denizi çıkışları, Ortadoğu'daki askeri angajmanlarını azaltma, hatta gerekirse bölgeden çekilme vb. söylemleri dikkat çekicidir.

Trump'ın özellikle Panama Kanalı çıkışı, "Önce Amerika" doktrininin bir yansımasıdır. Çünkü; ABD ticaretinin omurgası olan Panama Kanalı, ABD için stratejik öneme sahip bir geçit konumundadır. Kanalın dolaylı işletmecisi olan Çin, bu kritik noktayı kontrol ederek ABD'ye karşı önemli bir kozu elinde bulundurmaktaydı.

Trump'ın Panama Kanalı çıkışı, Çin'in küresel ticaret yollarını kontrol etme stratejisine karşı geliştirilmiş bir karşı hamle olmakla beraber, ABD ticaretinin geçiş güzergahı olan Latin Amerika'daki Çin'in etkisini sınırlama çabası olarak da değerlendirilebilir.

Bu hamle aynı zamanda Ortadoğu'daki dengeleri de doğrudan etkilemektedir. Zira Çin, enerji kaynaklarına olan bağımlılığı nedeniyle başta İran olmak üzere Ortadoğu'da nüfuzunu artırmaya çalışmaktadır.

ABD’nin, Ukrayna’nın maden ve yeraltı kaynakları üzerinde etkinlik kazanma ve savaş sonrası yeniden inşa sürecinde etkin rol alma karşılığında, Rusya’nın Ukrayna’da ele geçirdiği bölgeleri elinde tutmasını kabul eden yaklaşımıyla Ukrayna’da barışı tesis etme hamlesi, küresel güç dengeleri açısından kritik bir adımdır. Aynı zamanda, Rusya ile yeni ilişkilerin temelinin atıldığı Riyad Zirvesi, Ortadoğu’daki güç dengelerinin yeniden şekillenmesi açısından da büyük önem taşımaktadır.

Trump, Rusya ile ortak çıkarlar oluşturarak Biden dönemindeki Rusya tehdidi algısını bir kenara bırakarak, Çin’i Uzakdoğu’da çevreleme stratejisi doğrultusunda Ortadoğu’daki güç dengelerinde oluşan boşlukların Pekin tarafından doldurulmasını engellemeyi hedeflemektedir.

Rusya’nın Ukrayna savaşı, İran ve Şii taşeron örgüt Hizbullah’ın “Aksa Tufanı” sonrası zayıflaması, Ortadoğu’da güç dengelerini değiştirdi. Bu durumun en önemli yansıması Suriye’de Baas rejiminin devrilmesi olarak karşımıza çıktı. Suriye’de 60 yıllık Baas rejiminin devrilmesi ve Beşşar Esed’in Rusya’ya kaçmasının ardından, İran’ın Suriye üzerindeki nüfuzunu kaybetmesi, Tahran’ın bölgedeki etkinliğini de önemli ölçüde azalttı.

ABD, bu boşluğu Suudi Arabistan ile doldurarak hem bölgedeki çıkarlarını korumayı hem de dolaylı olarak İsrail’in güvenliğini garanti altına almayı hedefliyor. Yıllarca "şişirilmiş İran balonu" üzerinden, başta Körfez’ olmak üzere bölgeyi dizayn eden ve yöneten Washington, Tahran’ın kendisine biçilen rolde sınırlarını aşarak Şii yayılmacılığına girişmesi ve son olarak da, İsrail’e yönelik gerçekleştirdiği balistik füze saldırılarıyla İsrail'in savunma sistemlerindeki açıkları ortaya çıkarması, İran için ABD nezdinde bardağı taşıran damla oldu.

ABD bu gelişmeler sonrası İran’a alan açma politikasını terk ederek, Suriye’de rejimin çökmesi ve bu durumun ortaya çıkarttığı boşluğu stratejik bir fırsata dönüştürüp Suudi Arabistan’ı bölgede yeni denge unsuru olarak konumlandırmaya çalışıyor.

Zira Suudi Arabistan, “Aksa Tufanı” öncesinde işgalci İsrail ile Abraham Anlaşması’nı imzalayarak, normalleşme sürecine giren Körfez ülkelerinin başında gelmekteydi.

Küllerinden yeniden doğan Suriye'nin var olma stratejisi ve denge politikası

Ortadoğu’daki güç kaymaları, Suriye’de yaşanan gelişmelerle daha karmaşık ve stratejik bir boyut kazandı. “Aksa Tufanı” ve onun ilk meyvesi olan Suriye devrimi, küresel güç dengelerindeki değişimle birleşerek, devrim sonrası küllerinden yeniden doğan yeni Suriye yönetimine önemli bir hareket alanı sundu.

Suriye yönetimi, küresel güçler arasındaki rekabeti denge politikasıyla yöneterek, hem herkesle diyaloğa açık hem de dış baskılara ve yönlendirmelere kapalı bir diplomasi yürütmeye çalışıyor. Bir tarafta ABD ve Avrupa Birliği ile diğer tarafta Rusya ve Çin ile dengeli diplomatik ilişkiler kurarak, uluslararası alanda varlığını ve meşruiyetini kabul ettirme stratejisini sürdürüyor.

Bu doğrultuda, Türkiye ile güvenlik ve askeri iş birliği geliştirerek bölgedeki istikrarı sağlamaya yönelik adımlar atarken, Suudi Arabistan ile enerji alanında ortaklıklar kurarak hem ekonomik kalkınmayı hem de Arap dünyasında diplomatik meşruiyetini güçlendirmeyi hedefliyor.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus var: Diplomatik temaslar, görüşülen tarafların her söylediğinin onaylandığı, kabul edildiği ve uygulanacağı anlamına gelmez. Görüşmeler, çoğu zaman stratejik denge politikalarının bir parçasıdır ve sahadaki gerçeklikleri ve olası tehditleri anlamak, muhatapların niyetlerini analiz etmek için bir araç olarak değerlendirilmelidir. Bu yüzden Suriye yönetiminin attığı her adımı, yaptığı her diplomatik görüşmeyi, ümmetin ortak çıkarları çerçevesinde dikkatle okumak gerekir.

Bu süreçte, Suriye yönetimine sahip çıkmak, onların mücadelesini anlamak ve destek olmak ümmetin ortak sorumluluğudur. Suriye yönetiminin verdiği mücadele, yalnızca Suriye sınırları içinde değil, tüm İslam ümmeti için bir diriliş ve yeniden ayağa kalkma meselesidir.

Uluslararası meşruiyeti olan, özgür, tam bağımsız ve güçlü bir Suriye, İslam ümmetinin, duraklama, gerileme ve yenilgi döneminin başladığını belgeleyen Karlofça Anlaşması’ndan bu yana elde ettiği en büyük kazanım olacaktır. Ancak bu kazanımın gerçekleşmesi için, özveriyle çalışmaya, bizi biz yapan ilkelerde ve değerlerde sebat etmeye, sabır ve anlayışa, güven ve dayanışma ruhuyla ve en önemlisi heyecanla ve hamasetle değil, stratejik akılla hareket etmeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Bugün Suriye yönetiminin yanında durmak, yarın ümmetin geleceğini güvence altına almak demektir.