Haritaların, bankaların, rakamların, kalbi taştan farksız insanların, çilesi çekilmemiş kelimelerin, fıtratı bozulmuş mevsimlerin olmadığı bir dünyaya gitme isteği ara sıra uğruyor yanı başımıza değil mi? Fakat öyle sahiplenmiş ki insan her şeyi, dünyayı terk etmekten değil sahip olduklarının onu terk etmesinden korkuyor. Yarınlara dair planlar, yatırımlar, endişeler ve anlamsız korkular içimizde dokunulmaz bir alan oluşturmuş âdeta. Mutluluğa da sadece toplumsal dayatmalara boyun eğerek ulaşacağımızı zannediyoruz. Oysa ki kendi olmak, başkalarının önyargı denizinde boğulmamak ne büyük bir özgürlüktür..  

Çocuğu hayata merhaba demeden aylar önce adı konuluyor, odası süslenerek hazırlanıyor, kıyafetler alınıyor, kutlamalar planlanıyor. Hücreden organizmaya bir yaratılış mucizesi olan bebek, dünyaya gözlerini açar açmaz buralara ait olmadığını düşünerek hüzün büyütüyor gözlerinde. Anlık gelişen bir komplikasyon sonucu nice hayallerle beklenen, üstelik odası, kıyafetleri dahi hazır olan o bebek gerçek sahibine kavuşuyor. Anne baba evlat yetimi, odalar boş ve anlamsız, geriye süslenmiş harflerle kapının üzerine yazılan bir isim kalıyor. Ardından o isim mezar taşına taşınıyor. İşte bu noktada hayatı ve ölümü ne kadar doğru okuyabildiğimiz, acıları ve sevinçleri nasıl yönetebildiğimizin cevabını alıyoruz. Emanet olarak verilen evladı henüz sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmeden sahiplenmek hayat veren, Hayy olan Rabbin yaratılış normuna aykırıdır. Aldığımız nefesin dahi devamına dair bir öngörümüz yokken, O bizden yirmi dört saatlik bir zaman diliminin ertesini değil dünya hayatının yarınına dair planlar yapmamızı istiyor. “Şimdi herkes (kendisine malûm olmayan bir) yarın için ne hazırladığına baksın” diyor oysa ki. (59/18)  

İnsan beklentiyi yükseltmeden evladı, eşi, anne-babayı ve sevdiklerini doğru yere konumlandırıp hiç ölmeyecekmiş gibi değil de ölümlü olduğunun bilinciyle yaşasa bu kadar mutsuz olmayacak aslında. Elbette ki bütün bunlar yaşama heyecanımızın bir sonucu. Fakat nesillerimizin zihinlerinde bir bilinç inşa etmek istiyorsak onları modanın, gösterişin, futbolun, teknolojinin kölesi haline getiren, sahte özgürlükler vaat eden modern dünyanın kuşatıcı yıkımlarından korumalıyız. Başlı başına bir sarp yokuştur bu.. 

Şimdi haritanın bir başka coğrafyasına gidelim dilerseniz. ABD'nin Meksika sınırında sığınma başvurusu yapmak için bekleyen Oscar Alberto, yasa dışı yollardan geçmeye karar verir.  Önce kızıyla nehri geçen Oscar, kızını ABD tarafında bırakarak eşi için geri dönerken, kızının nehre kapıldığını görür. Oscar, Valeria'ya ulaşmasına rağmen akıntıya kapılarak birlikte can verirler. Geriye cansız bedeni babasının tişörtüne sarılmış Valeria’nın o fotoğrafı kalır..! Derin sularda evladını kurtarmaya çalışan babalar ve yaşama dair umutları akıntıyla birlikte kaybolan kızları..  

Nice hayallere darbe yapılıyor yeryüzünde ve nice acılar büyüyor. Kıyıya vuran Aylanlar, Valerialar değil, kıyıya vuran insanlık.. Soğuk savaşın sonunda yüz binden fazla çocuğun hayatını kaybettiğini, iki milyondan fazlasının kalıcı bir şekilde yaralandığını biliyoruz. Filistin’de her yıl bine yakın çocuk İsrail askerlerinin zulmüyle cezaevlerinde şiddete maruz kalıyor. Bu çağın tutunamayanlarından olan, herhangi bir ülkeye iltica edemeyen 24 bin Suriyeli çocuk son yedi yılda hayatını kaybederken BM’nin açıkladığı verilere göre tahmini 3,3 milyon çocuk, savaş düzeneklerinin oluşturduğu tehlikelerle karşı karşıya! Dünya genelinde kayıtlı yetim sayısının 153 milyonu bulduğu belirtilse de kaçırılan, istismar edilen çocuklarla birlikte bu rakamın 400 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. 

Ara sıra haritaya bakıyorum ve sınırların olmadığı bir dünyada farklı ırkların, farklı renklerin nasıl birlikte yaşayabileceğine, daha yaşanabilir bir dünya için neler yapılabileceğine dair düşünüyorum. Ülkelerin gelişmişliğini belirleyen temel paradigmanın kadınlar ve çocukların sağlıklı bir şekilde yaşamasından geçtiği kanaatindeyim. Kadına karşı şiddet, çocuk istismarı, yoksulluk gibi etkenler için uzaklara gitmek yerine kendi ülkemizdeki rakamları görünce kayıtsız kalmak mümkün değil. Ne acı ki son kale olan aile kurumunu ayakta tutan ne kadar değer varsa tükeniyor bir bir.. 

Bir bulutun ansızın içini döküp gittiği toprak kokulu akşamlarda yürüyorum. Evlerden kavga sesleri yükseliyor. Öfkeli babalar annelere şiddet uygularken ağlıyor çocuklar. Bir sokak ötede yaz akşamlarının tadını futbol oynayarak çıkarıyor çocuklar. Derken bir cümle duyuyorum: “Sen o topa dokunamazsın. Çünkü Suriyelisin!” Çocukları böyle cümleler kuracak kadar nefretle büyütmek, sevgi ve merhamet yerine ırkçılığı, öfkeyi geliştirmek yarınlara dair felaket olarak yeter.. 

Bu toplumun sosyal dokusuna, insan-insan ilişkilerimize uzaktan bakıp bir âh etmek yerine birlikte yaşamanın, kendine ve başkalarına yabancılaşan insanın yeniden kardeşlik köprüleri inşa eden, yeniden fıtratına dönen biri olması için sorumluluklarımızı gözden geçirmenin zamanıdır şimdi.  

“17. yüzyıl matematiğin çağıydı; 18. yüzyıl doğa bilimlerinin, 19. yüzyıl ise biyolojinin. Bizimkisi, yani 20. yüzyıl korkunun çağıdır.” diyen Cezayir doğumlu Fransız yazar Albert Camus, bu yüzyılda yaşasa ne derdi kim bilir. Sahip olduklarını ve sevdiklerini kaybetmekten, sevgisizlikten, parasız kalmaktan, işsiz kalma endişesiyle hakikati söylemekten, zamana yetişememekten ve dahi ölmekten korkan modern insan 21. yüzyılda da korkularını yönetememenin sancısını yaşıyor. Oysa ki yalnızca alemlere Rabb olanın sevgisini kaybetmekten, O’nu razı edememekten korkmalıydı insan..  

Erich Fromm’un kötülüğün ve savaşların sebebi olarak gördüğü ‘yaşanmamış hayatlar’ bilinçatındaki korkulardan oluşuyor aslında. Korktuğunun kölesi haline gelmemek, korkularını yönetebildiği kadar insan, Allah’a adadığı kadar özgür olduğunun bilincine varmak, birbirimizle iletişimimizi de değiştirecektir. Zor zamanlarda adaleti savunmak, yalanın kıymet gördüğü bir ortamda hakikati söylemek sadece İslâmi değil, insani bir duruştur.  

Son günlerde artan mülteci ırkçılığı insana bakış açımızın sorunlu olduğunu ortaya koyuyor. Bu cümlenin ardından “insan” kelimesini ne kadar çok kullandığımı hatırlatırken gülümsüyor kalem. Haklı.. Zira yeryüzünde bu kadar zulüm ve acı varken, insana dair yazmaktan, başta kendi eksikliklerimi, yarım kalmışlığımı, onarılması gereken duygularımı tamir etmekten başka bir teselli bulamıyorum. Romantik İslamcı edebiyatı yapıp pembe kapaklı, çok satan, kağıt israfı kitaplar yazmak yerine “hayata dokunmuyorsa, bir derdi ortaya koyup deva aramıyorsa, birilerini rahatsız etmiyorsa, muhatabın kalbinde iz bırakmıyorsa ne işe yarar ki kelimeler?” diyorum.. 

Yalan haberlerin en hızlı yayıldığı ve en çok inanan kitleyle karşılaştığı ülkelerden biriyiz. Dolayısıyla hakikat yetim.. “Suriyeliler hırsız, tacizci!” diyor genç kadın. Diğeri de içindeki öfkeyi boşaltacak bir yer ararmışçasına kirlenmiş sözlerle bağırıyor. Bir grup holigan linç edecek insan arıyor, içlerinden biri aklı selim bir söz söylese aynı lince o da maruz kalıyor. Camlar kırılıyor, gördükleri her Suriyeliyi öldürmek istiyorlar, akıl tutulması yaşayarak faşizm kaleleri inşa ediyorlar! Ne oluyor bize? Yüz yıllardır farklı ırklarla birlikte yaşayan biz değil miydik? “Ama onlar da..” diye başlayan haklı itiraz cümlelerini anlıyorum. Elbette ki çözümden çok sorunları büyüten mülteci politikasını doğru bulmuyorum, süreç iyi yönetilememiş, plansız bir iltica uygulanmış, kültürler arası etkileşim sağlanamamıştır. Sınır kapısına gelmiş milyonlarca misafiri almak ne kadar insani bir görev ise onları politik malzeme yapmak, 'kapıları açarız' diyerek Avrupa'ya göz dağı vermek o kadar insanlık dışıdır. Eğitim, sağlık, istihdam, toplumsal uyum gibi alanlarda somut çalışmalar yapılmalı. Kötülük sadece bir ırkta değil insanın kumaşında var. Bu bizim beşer yönümüz, eksik yanımız, kanayan yaramız. Böylesi bir kaos çağında muhacir ve yetim olduğunuzu düşünün. Empati yapacak bir kalbiniz kalmışsa şayet! Valeria gibi tam da babanızın gölgesine sığınmışken büyük dalgaların üzerinize geldiğini, umudunuzun sular altında kaldığını tahayyül edin. Kendi çocuklarınıza reva gördüğünüz o süslenmiş odaları, o kaliteli kıyafetleri onların hayal bile edemediğini hatırlayın. Ve tekrar yüzleşin korkularınızla, zaaflarınızla, egolarınızla.. Yeryüzü herkesin sığacağı kadar geniş.. 

Irkların, partilerin, renklerin ötesinde kardeşçe yaşanacak birer ülke gibi kalbimiz.. Yıkıntılar arasından kurtarılan, zulme kayıtsız kalan insanlığa susarak en büyük cevabı veren Ümran’ın yaraları iyileşti ve artık sekiz yaşında. Kudüs’ün bahçesinde çocuklar koşuyor hâlâ aydınlık yarınlara. Bizi bekliyor ilme, insanlığa, medeniyete muhtaç coğrafyalar. Anlamsız gündemlerle oyalanmak yerine ilkelliklerimizden, ırk asabiyetinden, nefret dilinden kurutulup her çiçeğin kendi rayihâsını yaydığı, her kuşun kendi şarkısını söylediği nice baharlarda buluşalım..