Bu bir yol hikayesi… 18 yaşındaki bir gencin hayallerinin peşinde yaptığı seyr-ü sefer…

Küçük yaşlardan beri gezmeyi ve okumayı severim. Benim “Çok gezmek mi, çok okumak mı” tartışmalarına verdiğim cevap genelde “her ikisi de” olur. Bu çerçevede, insanın bazen okuduklarının sahada bir karşılığının olmadığı görülürken; bazen de sahada gördüklerinin okumalarla daha da zenginleştiği ve anlamlaştığı müşahede edilir.. Onun içindir ki hem okumak hem de gezmek birbirinin tekmilesidir; yani tamamlayıcısıdır.

Ortaokul yıllarında daha iyi bir eğitim alabilmek için dışarıda okumanın önemine inanmıştım. Çünkü farklı coğrafyalar ve farklı ilim adamları ile hemhal olmanın insana engin bir bilgi sağladığını birçok düşünürün kitabından okumuştum. Bu sebeple, orta son sınıfa geldiğimde İslam dünyasının ünlü üniversiteleri olan, Zeytune Üniversitesinden El Ezher’e, Pakistan İslam Üniversi’tesinden Medine Üniversitesine mektuplar yazarak istekler yapmış, hayallerime bir adım daha yaklaşabilmek ümidiyle girişimlerde bulunmuştum.

Tabi yazdığım mektuplar Türkçe olduğu için tek cevap Pakistan’dan gelmişti. Cevabı yazanın adı Kureyşi idi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olduğunu belirtiyordu. Kureyşi, eğitime teşvik eden mektubunu şu sözlerle bitiriyordu: “Evlat liseyi bitir, buyur gel”.

 Turan Dursun’un Kulleteyn’i

 Hayallerimin ütopya olarak kalmayacağını ve yurtdışında eğitim görebilme imkanına kavuşabileceğimi tüm ruhumda hissediyordum.

Ortaokulu bitirdiğim yaz İstanbul’a şiir kitabımı basmak için gelmiş ama bir vesile ile gazeteciliğe başlamıştım. Gazetecilik mesleğine1990’ın yaz aylarında yeni belediye olan Sultanbeyli’de Milli Gazete tarafından kurulmuş Sultan gazetesinde adım atmış oldum. Gazetecilik beni ciddi cezbetmişti. Fakat gazeteci olmak için de çok okumak gerektiğini anlamıştım. Lise yıllarımı ise bolca kitap okuyarak ve aynı zamanda arkadaşlarla duvar dergileri-gazeteleri çıkararak geçirmiştim. Gençlerle İslam dünyasından haberler ve makalelerden oluşan bu duvar gazetesi paylaşımları  bazen bizi okulda disiplin kuruluna kadar götürüyordu. Fakat o günlerin tadı damağımda hala gitmeyen heyecanı bir başka idi…

Her düşünceden insanlarla münazara ediyor. O gençlik yıllarının verdiği heyecanla da hemen her düşünceyi alt edeceğimizi düşünüyorduk. Hatırlıyorum da lise birinci sınıftayken bir gün hem siyasetçi hem de entelektüel olan dayım bana “2000’e Doğru” dergisi okumamı önermiş ve Turan Dursun’un “Kulleteyn” adlı kitabını hediye etmişti. Eve gidip bir çırpıda hem kitabı hem de dergideki bazı makaleleri okumuş, ardından birkaç gün sonra dayımla okuduklarım üzerine derin tartışmalar yapmıştık. O dönemde Turan Dursun’un Müslümanlara yaptığı eleştiriyi İslam’a yapılmış bir ağır eleştiri olarak kabul etmiş ve Dursun’u ağır bir dille eleştirmiştim. Fakat Kulleteyn’in bir türlü ne olduğunu algılayamıyordum. Birgün çok sevdiğim bir medrese hocasına uğrayarak kendisinden bana kulleteynin ne olduğunu anlatmasını istedim. Medrese hocası bana birkaç saat boyunca Kulleteyn’in ne olduğunu, fakihlerin bu konudaki tartışmalarını ve görüşlerini uzun uzun analattıysa da; medreseden çıkınca hocanın anlattıkları zihnimde hiçbir iz bırakmamıştı. Çünkü hala, şu Kulleteyn nasıl bir şeydi? Ölçüsü neydi? Neden ulema bunun üzerinden bu kadar tartışmıştı? Neydi kulleteyni değerli kılan şey?... Bu ve benzeri soruların cevabını o günlerde zihnimde bulamasam da bunun bir hikmeti vardır deyip konuyu kendimce kapatmıştım.

Lise yıllarında her genç gibi sık sık ileride seçeceğim mesleği düşünürken birçok meslekte karar kılıyordum. Bazen Mehmet Ali Birand’ın “32. Gün” Programını izliyor, uluslararası haberlere ilgi duyuyor ve iyi bir gazeteci olmayı hedefliyordum. Bazen Muhammed İkbal ve Mehmet Akif Ersoy okuyor onlar gibi şair olmayı düşünüyordum. Bazen de “Çağrı” filmi gibi filmlerin etkisiyle iyi bir oyuncu olmayı yeğliyordum. İbni Haldun ve Şah Veliyullah Dehlevi’yi de okuduğumda, onlar gibi bir ilim adamı olmak istiyordum. Hatta bir ara çok roman okuduğum için roman yazmaya girişmiş ve Lise ikinci sınıfta kaleme aldığım bir-iki romanım yarım bile kalmıştı…

Rahle’de İlim için Rıhle Şart

Lise yıllarım büyük heyecanlarla ve hızla geçtikten sonra. O yıl Malatya İnönü Üniversitesine kabul edilmiştim. Fakat aklım hala yurtdışında eğitim alma konusunda ısrar ediyordu. İşte o günlerde, uzun yıllar İslam ülkelerinde yaşamış bir hemşehrim olan Edip abi Pakistan’dan memleketine uğramıştı. Hafta sonu tatili için gittiğim Bingöl’de Edip abiyle karşılaşmıştım. Benim yurtdışı hayallerimi bildiği için “Turan sen hala burada mısın? Neden yurtdışına okumaya gitmiyorsun” dedi. “Abi nasıl gideyim? Yol bilmiyorum? Dil bilmiyorum?” dedim. Bana baktı: “Turan!  eskiden İslam alimleri 7 veya 9 yaşlarında ilim için seyahata çıkıyorlardı. Uzun yıllar memleketlerine dönemiyorlardı. Sen ise 18 yaşına gelmişsin ve hala nelerden bahsediyorsun. Onlar da ilk yola çıktıklarında dil bilmiyor ve gidecekleri yolu bilmiyorlardı. Ama falan ülkede hangi alimin ya da medresenin olduğunu bilir, ta Granada’dan Semerkant’a kadar yaşayacakları tüm zorluklara göğüs gererek yola çıkarlardı. Unutma! Rahle’de ilim için rıhle şarttır” dedi.

Edip abinin bu teşviki üzerine, “Peki! Nasıl gideceğim” diye sordum. Çantasından bir defter çıkardı ve İstanbul’dan İslamabad’a kadar olan yol güzergahında hangi araçlarla  gideceğimi ve hangi yerlerde konaklayacağımı bir bir yazdı. “Bunu al, yola çık ve hayallerinin peşinden git. Hayallerinin peşinden gitmeyenden adam olmaz” dedi. Ayrıca otostopla dünyayı gezen batılıların hikayelerini anlatmış ve beni bu yolculuk konusunda daha çok teşvik etmişti. Yolda nelere dikkat etmem gerektiği konusunda da uyarılarını ihmal etmemişti. Heyecan verici bu yol haritasından sonra besmeleyle hedefime kilitlenmiş ve ilk iş olarak gidip hemen pasaportumu çıkarıvermiştim…

İstanbul’dan Ayrılış

Pasaportumu elime alır almaz memleketimden İstanbul’a doğru yola çıkmıştım. Bu İstanbul’a ikinci uğrayışımdı. Vakit kaybetmeden Pakistan konsolosluğuna uğrayıp vize başvurusunda bulunmuştum. Vizemi beklerken çok sevdiğim İstanbul’u birkaç gün gezebilme fırsatı bulmuştum. İstanbul’da yaşayan bir iki arkadaş ile İstanbul’u gezmeye başladık. İlkokul 4 ve 5. sınıflarda şiire olan büyük ilgim edebiyat hocam sayesinde başlamıştı. Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Necip Fazıl’a, Yahya Kemal’den Nazım Hikmet’e kadar bir çok şairin eserlerini okumuş ve onların şiirleriyle İstanbul’a bağlanmıştım. İstanbul benden bir parça içeriyordu, sanki beni bekliyor gibi hissediyordum. Bu büyülü şehirde kendimi Sultan Fatih’in ordusundaki “Zağnos Paşa” gibi hissediyordum. Eminönü, Üsküdar, Kadıköy, Beyoğlu, Eyüp, Beşiktaş’ı gezmiş, sahilde güzel İstanbul’u temaşa etmiş ve vapurla boğazı turlamıştık. Üç gün sonra vizemi aldıktan sonra Topkapı’dan otobüse binip Erzurum’a doğru yola çıkmıştım. Boğaz köprüsü’nden geçerken beni bütün ihtişamıyla büyüleyen dünyanın en güzel şehrine “yarinden zorla ayrılan bir mecnun misali nazar eyliyordum”. Büyük bir hüzün kaplamıştı içimi.. O günlerde İstanbul’a ünsiyetimin bu kadar kavi oluşunu bir türlü anlamlandıramıyordum. Otobüsün penceresinden “şiir şehir” olarak nitelendirdiğim İstanbul’a bakarken ağzımdan şu cümleler dökülüyordu: “Bekle beni göğü ve denizi mavi şehir İstanbul. Bir gün yine sana visal misali döneceğim”.

Doğubayazıt’tan Tahran’a

Akşam’a doğru çıktığımız Erzurum yolculuğu ertesi gün öğlen vakti Erzurum’da noktalanmıştı. Sonraki istikametim ise Erzurum otogarından Doğu Beyazıt’a giden otobüse binip, Doğubeyazıt’a gitmek olmuştu. Oradan da İran’ın başkenti Tahran’a giden otobüslerin birinde boş bir yer bulup yollara revan olmuştum. Dikkatimi ilk çeken şey, otobüsün yarısından fazlasının neredeyse kadınlarla dolu olmasıydı. Yanımdaki koltukta İstanbul’da tıp fakültesinde okuyan Mürteza isimli İranlı bir genç ile annesi vardı. İran sınırına vardığımızda kısa bir mola vermiştik. Mola sonrası otobüse binmek için tekrar döndüğümde birçok otobüs arasında bindiğim otobüsü çok aramış fakat bulamamıştım. Ancak koltuk arkadaşım Mürteza’nın gelip beni bulmasıyla otobüsüme ulaşabilmiştim. Fakat otobüsteki karşılaştığım manzara nedeniyle hala üzerimdeki şaşkınlığı atamamıştım. Meğer otobüsü bulamayışımın sebebi, Doğubayazıt’ta otobüse bindiğimde başı açık olan kadınların sınırın hemen yakınındaki mola yerinde çarşafa bürünmeleriymiş. Çünkü İran’da çarşaflı olmayanlar içeri alınmıyormuş. Bu beni oldukça şaşırtmıştı ve aklımda “Neden?” sorusunu bırakmıştı. Otobüste Türkçe bilen Tahranlı Mürteza ve annesiyle sohbet ede ede önce Tebriz’e uğramış daha sonra Tahran’a varmıştık. Tahran’a vardığımızda Mürteza ve annesi onlarda kalmam için çok ısrar etmişti. Fakat ben kabul etmeyip Edip abimin bahsettiği bir misafirhanede kalmayı seçmiştim. Ancak akşam yemeği için kendilerine gitmeyi kabul etmiştim.

Valizlerimi misafirhaneye bırakıp, bir an önce Tahran’ı gezmek için can atıyordum. Hani şu İslam devriminin yapıldığı ülkenin başkentini.  Misafirhaneden dışarı çıktım ve taksi aramaya başladım ve beni gezdirmesi için İranlı bir taksi şofürü ile anlaştım. Taksi şoförü yol boyunca İbrahim Tatlıses ve Sezen Aksu’yu çok beğendiğini anlatıyordu. Kendisine onların kasetlerinden birini vermem halinde şehri bedava gezdirmeyi teklif ediyordu. Fakat bende bu iki sanatçımızın da kasetleri yoktu. Ahmet Kaya ve Zülfü Livaneli dinleyip dinlemediğini sordum. Onları tanımadığını söyledi. Ardından Azeri Türkçesi ile “Seni sevdim çocuk, gel seni gezdireyim” dedi. İbrahim Tatlıses ve Sezen Aksu sayesinde başka bir ülkenin başkentini çok ucuz fiyata geziyordum. Taksi şoförü Michael Jackson dinliyor ve trafik ışıklarında yanında duran kadın araba sürücülerine eliyle öpücükler gönderiyordu. Kadınlar da neşeli cevaplar veriyor ve taksi şofürümüz de çok mutlu oluyordu. Bu tavırlar karşısında çok şaşırmıştım. Taksi şoförü ile bazen bu hareketinden dolayı tartışıyor ve yaptığı davranışın doğru olmadığını söylüyordum: “Burası İslam devrimi yapmış bir ülke, bunlar doğru değil” diyordum. Ama taksi şoförü neşesini bozmuyor ve bana dönüp Azeri aksanıyla uzatarak “Ağa sen molla misennn?” diyordu. Ben de “yooo değilemmm” diyordum. O da “O zaman niye kasıyon kendini ağa” diye cevap veriyordu. Taksiden bazen inip Meydan-ı Azadi gibi bazı mekanları dolaşıyordum. Sokakta en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de çarşaflı kadınların saçlarının yarı açık oluşuydu.

 Akşam güneşi batmadan misafirhaneye geçmiştim. Kaldığım odadan hem mehtabı seyrediyor hem sokağa bakıyor ve Mürteza gelip beni alıncaya dek saatlerce “İslam devleti nasıl bir şeydi, abi?” diye düşünmeden edemiyordum.

Akşam güneşi battıktan bir müddet sonra Mürteza gelip beni Misafirhaden aldı ve evlerine götürdü. Bütün ailesi beni kapıda karşıladı. Annesi ve kız kardeşi de gelip beni kucakladı. Bu benim için bir ilkti çünkü annem ve kızkardeşim sonrası ilk kez yabancı bir kadın ve kızı beni kucaklıyordu.  Şaşkınlığım gitgide artarken salonda bir müddet oturduktan sonra yemek masasına geçmiştik. Çok güzel bir yemek masası kurulmuştu. Yemekler harika görünüyordu. İran yemeklerini de böylece ilk kez tatmış oluyordum. Yemekte Mürteza’nın babası ile ünlü İslam şairi Muhammed İkbal üzerine hasbihal ettik. Yemek sonrası Mürteza’nın babası ve ailesi o gece onlarda kalmam için yine ısrar ettiler. Hatta Pakistan’a gitmemem ve Tahran’da kalmam için teklifte bile bulundular. Ben ise yıllardır hayalini kurduğum İkbal’in ve Mevdudi’nin Pakistan’ına gitmek istediğimi söyleyip, nazik davetlerini ve tekliflerini reddedip misafirhaneme dönmeyi tercih etmiştim.

Pakistan’ın Sınır Şehri Taftan’a Doğru Sefer

Ertesi gün öğlene doğru misafirperver ailenin oğlu Mürteza gelip beni arabasıyla Tahran otogarına bıraktı. Oradan da Zahedan otobüslerine binip tekrar yollara düşmüştüm. Otobüs’te Zahedan’da yaşayan Beluçi bir iş adamı ile tanışmış ve Zahedan’a kadar yol boyunca kendisiyle konuşa konuşa vakit geçirmiştik. Zahedan’a vardığımızda Beluçi kökenli beyefendi de ısrarlı bir şekilde beni evine davet etti. Ancak yine Edip abimin bana çizdiği rotadan ayrılmak istemeyişimden bu misafirperver insanların teklifini reddetmek durumunda kalmıştım.. Zahedan’da Hind alt kıtasının büyük dini cemaatlerinden olan “Tebliğ Cemaati”ne ait bir camide kaldım. Sabah erkenden kalkıp kahvaltımızı yaptık. Meğer sınıra gidecek bir çok kimse burada kalıp sonra buradan Pick-uplarla sınıra gidiyormuş. Öğlene doğru bir pick-up geldi ve sınıra doğru gidecek bir kaç kişiyi de alıp yola çıktı.  

Sınırda pasaportlarımızı gösterdikten sonra bu kez İran-Pakistan sınırında olan Pakistan’ın sınır şehri Taftan’a geçtik. Taftan’da ilk dikkatimi çeken şeyler kerpiç evler, silahlı adamlar, erkeklerin giydiği şalvar kamis ve kadınların üzerindeki burkalar olmuştu. Her taraf toz toprak içindeydi. Sokaktaki bağırışlar, çağırışlar adeta bu küçük şehir Taftan’ı bir alayiş alanına çevirmişti. Bir renk cümbüşünü andıran rengarenk otobüsler ve küçük Toyota kamyonetler hemen dikkati çekenlerin başında geliyordu. Kendimi bir anda sanki zaman tünelinin içine girmiş ve 600 yüzyıl geriye gidip başka bir coğrafyaya düşmüş gibi hissediyordum. Bir yandan da beni bir korku sarmaya başlamıştı. Çünkü bana burası hakkında hırsızlıkların ve insan kaçırmaların en çok olduğu bölge denilmişti.

Bir zaman sonra bir sokak satıcısına tuvaletin yerini sordum. Bana kerpiç evlerin arkasındaki koca sahrayı göstererek “işte burası” dedi. Daha önce anlamlandıramadığım sahrada, insanların mesafeli oturuşunu o anda anlamıştım. Buna hiç alışık değilim dedim. Bu kez bana tahtalarla çevrili bir yer gösterdi ve “Eskiden burası tuvaletti fakat yıllardır kimse kullanmıyor” dedi. İstersen orayı bir dene dedi. Koşarak kapıyı açtım. Ancak içeri girmemle çıkmam bir oldu. Çünkü uzun yıllardır kullanılmayan bu tuvaletin tahta tavanına arılar kovan yapmış ve kovanın başıma düşmesiyle arıların yüzüme yapışması bir anda oluvermişti. Bu izbe tuvaletten çıktığımda kafama yapışan arı kovanındaki arıları avuçlarımla tutup fırlatıyordum ama nafile.. Etrafımdaki insanlar halimi görüp imdadıma yetişmişlerdi. Yüzüm şişmesin diye koca buz kalıplarını getirip yüzüme tutuyorlardı. Hamdolsun bir müddet sonra kendime gelmiştim ve yüzümde fazla şişlik oluşması başarılı bir şekilde engellenmişti.

Güneş batmaya başladığında insanlar Quetta şehrine gitmek için renkli otobüslere doğru akın akın yürüyordu. Ben ise daha biletimi almamış ve hangi otobüse bineceğime karar verememiştim. O anda aniden fikrimi değiştirip, valizlerimi kaptığım gibi İran sınırına doğru koştum. İçimi saran korkudan ve güvenli bir ortam olmayışını sezişimden dolayı dönmeye karar vermiştim. Kapıdaki güvenlikten bana izin vermesini ve ülkeme dönmek istediğimi söyledim. Güvenlik bu isteğimi sert bir şekilde reddetti, “Hayır! Kapılar kapandı, gidemezsin” dedi. Ben de çaresizce para teklifinde bulundum. Teklifimi kabul etmedi: “İstersen burada sabahla, yarın sabah dönersin” dedi. Karanlık çökerken etraf daha korkutucu oluyordu. Edip abi, Taftan ve Quetta arasındaki sınır bölgesi için beni çok uyarmıştı. Burada çok dikkatlı olmalıydım. Çünkü burada o uzun sakkalı şeyh ve hoca görünümlü Müslüman abiler ya insan kaçırıyor ya da bütün parasını çalıyorlardı. Gayri ihtiyari ben de Edip abiye “Abi Müslüman müslümanı kaçırır mı? Parasını çalar mı? Müslüman Müslümanı öldürür mü” diye sormuştum. Koca bir ah çekmiş “Ah be Turan’ım, anlatacak o kadar çok şey var ki, zamanla bunları kendi gözlerinle müşahede edeceksin. Çünkü Müslüman dünyanın ne menem bir yer olduğunu görmeye gidiyorsun” demişti.

Kulleteyn, Kulleteyn, Kulleteyn…

Sınır kapısının ilerisinde yalnız başıma valizlerimin üzerine oturmuş korku içinde ağlıyordum. Ardından bir anda bir el belirdi omuzumda. Dönüp baktığımda bir Japon ve Fransız turisti karşımda gördüm. Uzaktan beni izleyen bu turistler, benim halimi görmüş ve korkmamam için onlarla gidebileceğim teklifinde bulunmuşlardı. Onları görünce hem korkum geçmiş hem de ağlamaklığım geçmişti. Kendi kendime “Bu yabancılar bile korkmuyor bu coğrafyada sen nasıl Müslüman bir ülkedeki insanlardan korkarsın ki?!” deyi vermiştim içimden. 

Sonra onlarla birlikte renk cümbüşünü andıran otobüslere bindik. Valizlerimizi otobüsün üstüne yüklemiştik. Taftan’dan Pakistan’ın Belucistan eyaletinin başkenti Quetta’ya doğru yola çıktık. Otobüs hareket edince şoför Hind müziklerini sonuna kadar açtı. Otobüste bir yanda yüksek sesle Hind müziği dinliyor öte yandan asfaltı olmayan çukur dolu, kumlu yolda zıplaya zıplaya gidiyorduk. Saatlerce süren bu yorucu yolculuk bende öyle etki yapmıştı ki, yıllar sonra bile hala Hind müziğini dinlediğimde kendimi Pakistan’ın renkli otobüslerinde zıplaya zıplaya gidiyor gibi hissediyorum.. Otobüse bindiğimizde her yer temizdi ancak birkaç saat sonra sigara kokusu ve yere atılan çöplerden dolayı her yer çöplüğe dönüşmüştü.

Gece yarısı, kuş uçmaz kervan geçmez bir bölgede mola vermek için durmuştuk. Çölün ortasında ufak bir kerpiç evin önünde mola veriyorduk. Buraya dinlenme tesisi demek için bin şahit lazımdı. Yabancı arkadaşlar korkularından otobüsten inmemişti. Ben ise inip namazımı eda edeceğim yer aramaktaydım. Beluçi ve Afganlı olduğu belli olan otobüsteki büyük kadın-erkek kalabalık kerpiç evin önündeki hasırlara oturdu. Tesisteki evin içinden halka şeklinde oturan insanların önünü birer tabak ve birçok tandır ekmeği konuldu. Tabaktaki yemek mercimekti ama Pakistanlılar onu “Dalçana” olarak adlandırıyordu. İnsanlar önlerine konulan tandır ekmeğiyle önlerine konulan o ortak tabaktan beraber yemek yiyiyorlardı.

Ben de o kerpiç tesisin çalışanlarına abdest almak için bir çeşme olup olmadığını sordum. Bana bakıp güldüler sonra bir ağacın altını gösterip bak orada “kulleteyn” var dediler. Ağaca doğru yaklaştığımda ağacın dallarına asılı misvaklar gördüm. İnsanlar gelip önce aynı misvağı ağızlarına sürüyor sonra ağacın altındaki küçük su göletinden abdest alıyorlardı. Kulleteyn ölçeğindeki göletteki sudan abdest alanlar ağızlarına aldıkları suyu tekrar gölete boşaltıyorlardı. Hem aynı misvağı kullanmaları hem de aynı küçük göletten bu tarz abdest almaları midemi bulandırmıştı. Abdest alan insanları da eleştirmiştim. Biri bana dönüp mevzu yani uydurma şu hadisi okudu “Müminin mümine artığı şifadır”.

“Burada abdest alamam” dedim ve gidip ileride bir yerde kumda teyemmüm yaptım. Sonra gelip cemaatle namaz kılan gruba dahil oldum. Bir müddet sonra sol yanımdaki iri yapılı bir adam sağ dirseğiyle karın boşluğuma doğru sert bir darbe vurdu. Namazda nefes alamaz haldeydim. Yavaş yavaş adamdan uzaklaşıp zor bela namazımı eda ettim. Namaz sonrası adam bana bakıp “Kulleteyn, kulleteyn, kulleteyn” diye bağırdı. “La teyemmüm, la sala, la sala” diye mırıldanıyordu. Bana, su var iken toprakla abdest almamın doğru olmadığını ve namazımın geçerli olmadığını söylüyordu güya.

O lahzada aklıma Turan Dursun’un İslam dünyasının geri kalmışlığından ve pisliklerle dolu halinden bahseden “Kulleteyn” kitabı gelmişti. Turan Dursun’a hak vermeye başlamıştım birçok konuda. Fakat tek bir konuda anlaşamıyorduk yine de Turan Dursunla. Onun İslam’ın tarihi ile Müslümanların tarihini karıştırmasıydı. Müslümanların tarihi hatalarla dolu olabilir ama İslam’ın tarihi onun aksiydi. Birçok entelektüelimizin yaptığı hataydı bu. Zaten Turan Dursun’un İslam’ın kaynaklarına yaptığı eleştirilere Türkiye’nin ünlü alimlerinden Süleyman Ateş hoca da çok iyi cevaplar vermişti. Ancak Turan Dursun’un Müslümanlara yönelik eleştirileri çok haklı ve yerindeydi.

Quetta’ya doğru giden otobüse binerken bir yandan adamın dirseğiyle vurduğu karın boşluğumu tutarak nefes almaya çalışıyor bir yandan da büyük bir şeyh ya da hoca görünümlü uzun sakallı adama bakıp Müslüman dünyanın halini düşünüp göz yaşları döküyordum. İçimden de, “düşlediğim Müslüman bir ülke bu kadar cahil olamaz” diye haykırmak geliyordu ama hakikat ortadaydı, Müslümanlar dinlerinin ilk emri “Oku!” olmasına rağmen bu emre uymuyor ve belki de bütün sahip oldukları zenginliklere rağmen dünyanın en cahil insanları olmayı kendi iradeleriyle diretiyorlardı.

Oysa bu topraklar büyük düşünürlerin çıktığı, Muhammed İkbal’lerin coğrafyasıydı. Bense bu topraklarda bir kum tanesi olabilmek ve ilim tahsil edebilmek arzusuyla çıktığım yolun tam da sınırındaydım..Bir an umutsuzluğa kapılıp, korku ve kaygı neticesinde ruhumu saran geri dönme fikri; kaybetmenin hatta hayallerimde kaybolmanın göstergesiydi. Yoksa gördüklerim göreceklerimin habercisi miydi? Buzdağının görünen kısmı buysa derinliklerinde beni neler bekliyordu? Ya herşey benim ilk anda gördüğümün tersi idiyse? Aklıma gelen tüm sorular ve vesveselere karşılık benim payıma düşen; hedefime odaklanıp pes etmeden kararlı bir şekilde yoluma devam etmekti.

NOT: Hatıralarımın yazılması için beni teşvik eden birçok dostuma müteşekkirim... Birinci bölümünü yazmış olduğum hatıralarımı 10 bölüm halinde yayımlamayı arzuluyor ve düşünüyorum...