Yıllar önce sıcak bir günde Üsküdar'dan vapura binmiş, Eminönü'ne yol alıyorduk. Vapur yolcularının okudukları gazeteleri yelpaze olarak kullandığı bir gündü. Ben denize, martılara, binaların arasından heybetle yükselen minarelere bakıyordum.

Derken bir ara gözüm karşımdaki sırada oturan bir ihtiyara takıldı. Diğer insanlardan ayrı, mahzun mahzun denize bakıyordu. Üstü başı perişandı adamın, herkes sıcaktan bunalırken, alabildiğine açık saçık giyinirken, bu adam eski bir kışlık ceket giymişti. Yaşı bir hayli ileri, uzun beyaz sakallı, elleri titrek bir pir-î faniydi. Yalnız benim dikkatimi çekmemişti, başkaları da ona hilkat garibesi gibi bakıyordu.

Bu havaya uymayan, şu günümüz insanlarına yakışmayan aykırı bir yaratık gibiydi. Her an sadaka isteyecekmiş gibi bir izlenim bırakıyordu insanlara. Acaba bu adam kimdi, dilenci miydi gerçekten, evlatlarıyla başı dertte olan huzurevinde yaşayanlardan bir dertli miydi, yalnız kalmış kimsesiz bir garip ihtiyar mıydı?..

Dudakları kıpır kıpır ediyordu bu ihtiyarın. Bizlerle, vapurdakilerle, dünya ile alâkası yoktu, o kendi dünyasındaydı ve tesbihat yapıyordu. İlgimi çektiği için selâm verip yanına oturdum. Hayret eder gibi yüzü aydınlanmış, inanamaz gibi bana bakmıştı. Eminönü'ne az bir şey kaldığı için fazla konuşamadık ama ondan duyduğum bir kaç söz ciğerlerime işledi.

Meğer ihtiyar, Kurtuluş Savaşı gazilerindenmiş. Madalyası varmış, sıkıntılı bir zamanında satmak zorunda kalmış. Nice zenginler o dönemdeki Fak-Fuk-Fon'dan istifade ederken, ona yardım edilmemiş, çünkü gazi olduğu için devletten aldığı o zamanki parayla yirmiyedi lira, maaşı varmış. Nesli tükenen gazilerimizden "numunelik" olan bu ihtiyar ilk başta bana güleryüz göstermişti ama söylediği bir iki lâftan sonra yüzü asılmış, ağlayacak hale gelmişti.

Neredeyse gazi oluşundan dolayı utanç duyuyor gibiydi. Aşağılanmış, utanılacak bir şey yapmış gibiydi hareketleri. Bi rzamanlar, iftiharla göğüslerine yumruk vura vura anlattıkları "bu vatanı kurtardık!" sevinçleri, gün geçtikçe hayal kırıklığı bataklığına saplanmış, gerçekte bu vatanı kurtaramadıklarını büyük acılar çekerek anlamışlardı.

Bizim onları anlamamız çok zor. Onların küskün dünyalarını anlamamız, kime niçin darıldıklarını, niçin bize başka memleketin insanlarıymış gibi bir garip baktıklarını anlamamız imkânsız. Bizim onlara bakışımız pek mi olumlu sanki?.. Onlar bizim gözümüzde üç-beş numunesi kalmış, bayramlarda seyranlarda, resmî geçitlerde göğsünde madalyasıyla geçit yaparken izlediğimiz seksenlik-doksanlık ihtiyarlar değil mi ve biz onlara bakarken bizim gözümüzde bizim için savaşan askerler değil, bizim eğlenmemiz için resmi geçit yapan bir çeşit bayramlık çocuklar değil midir?.. Fert olarak da öyle baktık, toplum olarak da öyle baktık. Utanmadan eline bir kâğıt verip Atatürk'ü metheden yazılar okutmaya, "Varol Mustafa Kemal Paşam!" diye naralar attırmaya kalkışmadık mı?

Yıllar sonra zaman zaman gazetelerde, dilenen, simit satan, ayakkabı boyacılığı yapan gazileri görünce içim sızladı. Vapurda tanıdığım gazinin madalyasını satması daha bir dehşet geldi gözümde. İstiklâl Madalyası'nı satmak ne demek, korkunç bir şey bu!.. Hele onların dönemini, şartlarını ve tarihini düşünürsek, dehşetin ne olduğunu ucundan kıyısından kestirebiliriz.

Yorgun, yenik, düşmanı bol, dostu kalmayan, parmağını kıpırdatamayacak kadar mecalsiz Osmanlı İmparatorluğu'nun nice maceraperest tarafından sürekli kumara sürüklendiği, harcandığı bir dönem. Abdülhamit'i halleden üç-beş yalınayakın koca devleti Almanya sömürgesi yapmaya çalıştığı İttihadcılar devri.

Bu dönemin en büyük yüzkarası Sarıkamış.  Neyin savaşıdır bu?.. 

Almanya'ya sömürge olma savaşı. Türkiye, Turan Devleti'ni kurma hülyası içindeki Enver Paşa'nın (Paşa Almanlarla birlikte kuracaktı Turan Devleti'ni), Tahran ve Kafkasya üzerinden Orta Asya'ya yürüyüp büyük Turan cihangiri olma sevdası uğruna girdiği bu savaşta; kazanırsa Almanya'ya, kaybederse İngiliz veya Fransız sömürgesi olmak için savaşıyor. 

Savaştaki Türk Ordusu'nun genelkurmay başkanı bir Alman; General Schellendorf, Hareket Dairesi Başkanı Albay Feldman, 1. Ordu Komutanı General Sandres, Türk Donanma Komutanı Amiral von Souchen, Kurmaybaşkanı Yarbay Felix Guse!..  Komutanlar Alman, savaşanlar Türk askeri, hedefte Turan Devleti!.. 

Kimlerle savaşıyor, Ruslara karşı.  Askerlerin çizmeleri yok, çarıkları var, üstünde giyim kuşam hak getire ve savaşa gerek kalmadan eksi otuzdokuz derece soğukta 120.000'i aşkın Türk askerlerinin 90.000'den fazlası donarak ölüyor. 

Ya donacaksın, ya da silah zoruyla düşman üzerine gideceksin, yoksa idam edilirsin. Doksan binden sonrası böyle ölüyor, ya yaralı, ya tutsak, arta kalanın işini de tifüs salgını bitiriyor.

Bu Sarıkamış ayrı bir acı, ayrı bir yazı konusu. Ama gazilerin yaşadığı o dönemde hep savaş, hep işgal var.

Düşman çok, her taraf savaş bekleyen işggalcilerle dolu. Türk askeri yeryüzünde mevcut olan her yöne, her istikamete savaşa koşturuyor. Bittiği, bilmişi yok bu savaşların. Batılı devletlerin hepsi bizi tüketmek için ortak ordu kurup, ülkemizi işgal etmişler. Memleketin dört bir yanı onlarla kaplı ve Osmanlı'nın mirasını yemek için ağızlarını şapırdatıyorlar. Galiçya'larda, Trablusgarb'larda, Balkanlar'da, Çanakkale Boğazları'nda Türk askeri. Başlarında yine Alman başkomutan. Atatürk, Çanakkale'de "büyük kurtarıcımız" değildir henüz, bir cephede kıta komutanı. Dört yıl sürecek olan savaşın bir bölümünde, cephelerden bir cephede albaylardan bir miralay.

Çanakkale'yi anmayı pek gerek görmüyorum, nasılsa en ince detaylarına kadar biliyoruz, "Çanakkale geçilmez" sözünü bir şarkı gibi ezberledik. Düşman gemilerini nasıl batırdığımızı, yedi düvele karşı harp ettiğimizi, Seyit Çavuşu, verdiğimiz şehitleri, düşmandan fazla ölen yiğitlerimizi. Gidenlerin gelmediği Yemen'i de biliyoruz. 

Yirmi yaşlarındaki teğmenlerin ağızlarındaki altın dişlerin söküldüğünü, su su diye çöllerde kıvranan askerlerimizin nasıl hançerlendiklerini, meşhur ajan ve eşcinsel Lawrence'in komuta ettiği Arap ordularına "Esir almak yok, hepsini katledin" emrini uygulatmasını...

Türk'e savaş mı yok?..

Yemen'de İngilizlerle Araplardan kaça kaça Cebelibereket'e gelen Türkler, kırıla kırıla tükendiler. Nice yiğitler, nice bulunmaz insanları yedi yuttu Yemen. Bir köyden dört-beş kişi gittiyse biri ya döndü, ya dönmedi. Dönüp gelen döküntüler üç ay kalıp yine gittiler.

Nereye?..

Bu sefer Yunanlılarla savaşmaya!

Ege Bölgesi'nde, diğer Anadolu yörelerinde ekseriyetle din adamları, müftüler, imamlar Yunanlılara karşı örgütlüyordu halkı. İngilizlerin baskısı altındaki Padişah, bazı kurmayları gizlice Anadolu'ya gönderiyor, Anadolu'da başlayan bu harekete katılmalarını sağlıyordu. Kuvay-ı Nizamiye, Kuvay-ı İnzibatiye, Kuvay-ı Millîye, Efeler, Mehmedçikler, Mücahidler, gençler, ihtiyarlar, kadınlar, kızlar, müftüler, hocalar, serdengeçtiler, çeteler ve hatta çocuklar düşmanların tepesine Allah aşkı için bir kor gibi düşüyor, onları alev alev yakıyordu. Kan süzüm süzüm, kin alev alev, ruhlar coşkun coşkun. Din elden gitmesin, İslâm meyus olmasın, vatan düşmanların çizmeleri altında çiğnenmesin, namus kirlenmesin diye.  Ödemiş, Ayvalık, Soma, Akhisar, Salihli, Bozdağ, Aydın, Kocaeli, Giresun, Trakya, Toros, Kars, Kilis, Hatay, Maraş, Urfa, Antep cepheleri...

Yazılan bir destandı ve bu destanların kahramanları vardı. Kazım Karabekir'ler, Fevzi Çakmak'lar, Yörük Ali Efe'ler, Kahraman Şahin Bey'ler, Çerkez Ethem'ler, Ali Fuat Paşa'lar, Yörük Selim'ler, Hüseyin Efe'ler, Mücahid Akif Bey'ler, Kabakçı Çetesi, İslâm Bey'ler, Sütçü İmam'lar, Mehmet Ali Bey'ler ve daha neler neler...

Afyon'a kadar yürüdü ordu. Dumlupınar yanlarına kadar geldi. Yunan püskürtünce Eskişehir'den yana döndü. Altıntaş Ovası'nda mücadele. Kütahya Türkmendağı'nda iki gün süren savaş.

Yunan tutturmuş gidiyor Şuhut'a. Peşinden giden ordu Afyon'a akşam ezanında kavuşuyor. Yunan kaçıyor Turgutlu'ya doğru, gidiyor İzmir'e doğru. İzmir'de denize dökülüyor Yunan, İngiliz gemileri kurtulan Yunanlı askerleri harıl harıl taşıyor. 30 Ağustos'ta büyük zafer elde edilmiş, 9 Eylül'de Yunanlılar İzmir'de denize dökülmüştür. Acaba başka savaş olacak mı endişesi taşınmasına rağmen herkes derin mi derin bir nefes alır: "Oh, çok şükür!.."  Balkanlar'dan, Çanakkale'den, Sakarya'dan, Dumlupınar'dan sonra artık savaş bitmişti.

Yıllarca süren savaşta sayısız insan ölmüş, geri kalan gaziler, aç ve yoksul kalan memlekette, köyünde, kasabasında, gaz lambalarının veya yağdanlıkların altında dostlarına, akrabalarına, çoluğuna çocuğuna savaş anılarını anlatmaya koyuluyorlardı.  Ama onlar daha bu işin keyfini çıkaramadan hayal kırklığına uğradılar.

Nice yiğitler unutulup, hatta bazı vatanseverler vatan hainliğiyle itham edilirken, nice düşman işbirlikçileri ise kahraman olarak göklere çıkarılıyordu. Din ve memleket için savaşılmışken din düşmanları ve vatan hainleri tepelerde karargah kurmuştur. 

Halifenin Anadolu’ya gönderdiği kurmaylardan birkaçı aşırı ihtiraslarına mağlup olmuş, istiklal mücadelesinin pekiştirdiği beraberlikten istifade ederek kendi sultalığını kurmaya kalkmıştır. Savaştan kaçıp kendi insanını Yunanlılar'a peşkeş çeken, namuslarını Yunanlılar'a teslim eden, savaşa gitmemek için kendilerini imam-müezzin-cami görevlisi  gösteren  soysuzlar veya  daha üst kesimlerde düşman mandacılığını savunmuş, Avrupa sosyetelerinde sefahata sürüklenmiş, barlarda, pavyonlarda  sabahlamış entel hainler; halk açlık ve yoksulluk içinde sürünürken onlar hep önemli mevkilere getirilmişlerdi. 

Namus ve din uğruna savaşan kahramanlar unutturulmaya, hatta gözden düşürülmeye çalışılıyordu. Saltanat ve hilafet kalkmış, insanlara inançlarından dolayı zulüm başlamıştı.  Zaman zaman Yunanlı askerlerin yerine ayak basan Türk askerleri bir köye geliyor, kendilerini sevinçle karşılayan köylülere, sevinçlerini kursaklarına bırakacak tebligatlar getiriyordu.

Devir Cumhuriyet devri, halk partisi devri, Atatürk devri, İnönü devri...

"Bundan böyle çocuklara din eğitimi göstermeyeceksiniz, Kur'ân'ı öğretmeyeceksiniz. Talebeleri dağıtın. Yoksa başınız beladan kurtulmaz. Hükümetin emri."

Bunları söyleyen Yunan askeri değildi, Türk askeriydi. Emir veren Yunan hükümeti değildi, Türk hükümetiydi. Baktılar, baktılar...

"Yalan," diyebildiler sonunda. "Yalan söylüyorsunuz."

Ama beterinde beteri tebligatlar, hükümet emirleri geliyordu: "Bundan böyle kimse fes, sarık giymeyecek.Sokaklarda örme takke giymek yasak.”

"Yalan" dediler yine. "Yalan söylüyorsunuz. Yunanlılar gitti ya, daha ne?."

Daha sonra ne giyileceğini gösterdiler millete. Herkes fesi, sarığı, örme takkeyi bırakıp frenk şapkası giyecekti.

Artık yıllardır savaştıkları Batılılar gibi olacaktık. Şapka devrimi yapılmıştı ülkede, şapkayı giyince Batılıların seviyesine çıkacak, taa o zamandan çağ atlayacaktık.

Bir gün yine geldiler ve ezan okuyan imamı apar topar minareden aşağı indirdiler. "Bundan böyle ezan arapça okunmayacak, Türkçe okunacak," dediler ve ezanın Türkçesini yazan kağıdı imamların ellerine tutuşturdular.

Yine inanamadılar. "Yalan," dediler. "Yalan söylüyorsunuz. Yoksa bu savaşı biz kazanmadık mı?"

Evet savaşı kaybetmişlerdi. 

Kurtuluş savaşında savaşmış binlerce gaziler, imamlar, hocalar, alimler ve din-iman aşkı uğruna yanıp tutuşan pek çok zavallı halk, sudan bahanelerle idam sehpalarında can verdiler. 

Batıyı ülkemizden din adına savaşıp atanlar, denize dökenler ülkeyi sömürge olmaktan kurtaranlar; dinlerini ve memleketlerini savunduklarından, Batıcı kafalar tarafından zulüm gördü, sayısız kelleler uçtu, katliamlar yapıldı. 

Yakın tarihimiz işte böyle hengameli bir dönem, şu anda sağ kalan gazilerimiz hala bu acıları yüreklerinde taşıyorlar, çünkü böyle hengameli bir dönemden bu günlere geldiler. 

Ve o zamanlardan beri de küskünler..

Kemalettin İSAOĞLU 

@Kaymesbi