MANEVÎ GÜÇ İLE ENGELLERİ AŞAN BİR VELİ: MURAD-I MUNZÂVÎ

Buhârâ’da doğan ve İstanbul’da vefat eden Murad-ı Munzâvî (1644–1719) seyittir, yani soyu Hz Hüseyin’e dayanmaktadır. Babası, Semerkand beldesinin Nakîbü’l Eşrafı idi. Bu makama getirilen babası, bir idareci olarak seyyit ve şeriflerin işleriyle meşgul olmaktaydı.

Murad-ı Munzâvî, henüz üç yaşında iken ayakları felç oldu ve bir ömür boyu kötürüm bir halde kaldı. Bu durum, onu hiçbir zaman yıldırmadı ve küçük yaşlarından başlayarak azimle zâhir ilimleri tahsil etti. Din ve fen bilimlerinde daha çok ilim sahibi olabilmek için, Keşmir’e gitti. Murad-ı Munzâvî, Hindistan’a giderek, İmam-ı Rabbani’nin oğlu ve tasavvufta Silsile-i Aliye büyüklerinden olan Muhammed Masum Farukî Hazretlerine intisap etti.

Aklî ve naklî ilimleri, maddî ve manevî kemâlâtı kendisinde toplayan, yüz kırk bin talebesini velâyet (velilik) makamına kavuşturan Muhammed Masum Farukî Hazretlerinden feyz alarak, tasavvufta çok ileri manevî boyutlara ulaştı. Bir müddet hizmetten sonra hilafet alıp mürşid-i kâmil olarak irşat hizmetlerine başladı. Ariflerin verdikleri bilgilere göre, onun simasında Allah dostlarının alametlerini görmek mümkün idi. Bunun için, o, salih insanlardan sayılmış ve onu görmek büyük saadet olarak telakki edilmiştir.

Engelli Fakat Yerinde Duramayan Aktif Bir Veli

Murad-ı Munzâvî, engelli olmasına rağmen ayakları sağlam olanlardan daha çok hareket etti ve diyar diyar dolaştı. Bir ara at üzerinde Hicaz’a geldi ve burada üç yıl kaldı. Sevenlerin yardımı ile daha sonra Bağdat’a gitti. Burada büyük zatları ziyaret etti. Sonra İsfahan üzerinden Buhara’ya döndü. Belh ve Semerkand’daki tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Tekrar Bağdat’a döndü. Oradan üçüncü defa tekrar Hicaz’a gitti. Sonra Mısır-Kahire’ye, oradan Şam’a geçti.

Şam çok hoşuna gittiği için, burada uzun müddet kaldı ve evlendi. Şam’da pek çok kimse ziyaretine gelip, kendisinden ilim ve edep öğrendi. Tekke ve medreselerde eğitim ve tasavvuf faaliyetlerine katıldı ve Şam’ın manevî hayatını zenginleştirdi. Örneğin her türlü ahlâksız işlerin yapıldığı bir evi bu kötü durumdan kurtarıp, Muradî Medresesi diye anılan bir ilim yuvası hâline dönüştürdü. Birçok hayır vakıflarının kurulmasına vesile oldu. Murad-ı Munzâvî’nin kerameti ve bereketi ile günahkârlar ve zalimler tövbe ederek, ıslah olurdu ve böylelikle Şam halkı, birçok sosyal sorundan kurtulmuştu.

İstanbul’a Gelmesi ve Buraya Yerleşmesi

Murad-ı Munzâvî, 1681 yılında otuz sekiz yaşında iken İstanbul’a geldi. Eyüp Sultan semtinde, Eyüp Sultan Hazretlerinin türbesi civarında yerleşti. Bu sırada dördüncü defa hacca gitti. Hac dönüşü Şam’a gelip, orada bir yıl daha kaldıktan sonra beşinci defa Hacca gitti. Sünneti seniyyeye sımsıkı bağlı olan Murad-ı Munzâvî, bir yıl kadar Mekke-i Mükerreme’de kaldı ve burada da hiç boş durmayarak, ilim ve edep dersleri verdi. 1708 yılında ikinci defa İstanbul’a geldi. Bu gelişinde, Yavuz Selim semtinde, Bıçaklı Efendi menzilinde oturdu. İstanbul halkı, geldiğini duyar duymaz akın akın ziyaretine koştu.

Murad-ı Munzâvî, Eyüp Sultan ile Edirnekapı arasında Nişancı Mustafa Paşa caddesindeki Şeyh Murat tekkesinde yıllarca ilim öğretti. Fatih Sultan Mehmet Han’ın Şeyhülislâmlarından Ahmet Ebulhayr Efendi ise tekkenin bitişiğine bir medrese yaptırdı. Hicrî 1132 senesi rebîü’l-ahir ayının on ikisinde Salı gecesinde vefât eden Murad-ı Munzâvî’nin cenaze namazı, Eyüp Sultan Camiinde büyük bir kalabalık cemaat tarafından kılınıp, bu medresenin en büyük dershanesinin bir bölümüne defnedildi.

Murad-ı Munzâvî’den Hikmetli Sözler

“Muhabbet, kesbi değil (çalışarak kazanılmaz) vehbîdir (Allah vergisidir). Her kime muhabbet verilirse, bir daha geri almazlar”.

“Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen tâlibe (öğrenciye) üç şey lazımdır: Talep; Çalışmak; İlim”.

“Zahirde halk, batında Hak ile bulunmalı, böylece gönülde Allah rızasından başkası kalmamalı, mâsivâyı (boş işleri) tamamen unutmalı, nefsi de benlik davasından kurtarıp, kalp huzuru ve rahatlığı kulluğa dair bütün vazifeleri yapmalıdır”.

“Vakti ganimet bilmek lazımdır. Vaktin kıymetini bilmemenin afetlerinden biri, nefse hoş gelen isteklerdir. Bütün ayıplar ve kabahatler, hevada toplanır. Fısk, şirk ve küfür gibi. Vaktin kıymetini bilmemenin afetlerinden biri de lehv ve la’b, yani boş ve faydasız iştir. Lehv ve la’b, öyle bir şeydir ki, kişiyi maksadından alıkoyar. Kişi, lehv ve la’b olan işlerle meşgul olarak asıl maksadından geri kalır. O hâlde asıl maksadın dışında kalan her iş, lehv ve la’bdır. Biri de abes, yani lüzumsuz iştir. Abes, insanı maksadından alıkoymaz, fakat faydası yoktur. Abesle meşgul olmak, kişiyi lehv ve la’ba sürükler”.